Başını kaldırıp baktı; şeyhi önünde yürüyordu. Bakışlarını usulca ayakkabılarının ucuna indirdi. Gönlü huzurla dolmuştu. Çaycı Ali’nin gözleri her ne kadar ayakucuna baksa da, gönlü şeyhinin hayaliyle doluydu. Yavaş yavaş yürümeye başladı. Evi, caddenin bir ucundaydı, dergâh da öbür ucunda… Çaycı Ali her gün ikindi hatmesinden önce, evinden çıkar, dergâha gider, kapanışa kadar çay ocağında hizmet ederdi. Cadde boşken normal bir yürüyüşle on dakikada dergâha varırken; evden çıkışı mesai saatinin bitimine rastladığı için, lebâleb dolu yolu on beş dakikada yürüyebiliyordu. Fakat son dört aydır bu süre uzamıştı. Çaycı Ali artık evden biraz daha erken çıkıyor; bazen yarım saat, bazen de kırk dakikada ancak dergâha varabiliyordu. Çünkü dört ay kadar önce bir sohbette öğrendiği üzere hayali rabıta yapmaya başlamıştı. Evinin kapısından cadde üzerindeki nalburun önüne kadar yol boyunca ellerini edeple bağlıyor, başını eğiyor, mürşidinin önünde yürüdüğünü hayal ederek -pabuç ucuna bakarak- yürüyordu. Bu sırada dönercinin, kadın kuaförünün, kuruyemişçinin, banka şubesinin önünden geçip gitmiş, olurdu. Devamında nalburu, berber Hasan abiyi, terzi Kemal’i peşi sıra birkaç dükkân geçtikten sonra kırtasiyenin önünden dergâha kadar -tekrar otuz üç estağfurullah çekip- şeyhini, sarığıyla cübbesiyle hayal eder, şeyhinin taylasanı bu hayal âleminde tatlı bir rüzgârla uçuşurken, çaycı Ali, anlatılmaz bir zevkle başını önüne eğer, ayakucuna bakarak minik adımlar atardı. Bu rabıtayı, yavaş yavaş bütün yola yaydı. Bir iki ay sonra öyle bir hale gelmişti ki bazen birinci adımında evden çıkıyor ikinci adımında kendini dergâhın kapısından içeri girerken buluyordu. Ara sıra rabıtası dağılsa da hemen bu anlık gafletinden kurtulmak için mücadele ediyor, yaşadığı güzel hâli kaybetmekten korkuyordu. Bu hâlden o kadar zevk almaya başlamıştı ki artık evdeyken sabırsızlıkla alışkanlık edindiği çıkış saatini bekliyor. Dergâhtayken de kapanış saatini gözlüyordu.
Bir gün yine mutat olduğu üzere besmeleyle evin kapısından çıktı. Otuz üç estağfurullah çekip biraz durdu. Şeyhini hayal etti. Cadde hınca hınç doluydu. Yürümeye başladı. Bir yandan rabıtalı yürümek bir yandan da insanlara çarpmamak için gayret ediyor, mümkün olduğunca minik adımlar atıyordu. Caddenin sağından, gözlerini ayakucuna dikerek yürüyordu. Bir an kendi ayakkabısının yanından, kırmızı bir çift kadın ayakkabısının geçip gittiğini gördü. Bu kırmızı ayakkabılar o kadar güzeldi ki bir kaç dakika gönlünü oyaladı! Biraz sonra kendini, ayakkabıları giyen kadını düşünürken buldu: Büyük bir ihtimalle, bir İstanbul hanım efendisiydi. Bu kadar şık, zarif ve tatlı bir kırmızılığı olan bu ayakkabıların her nedense ancak bir hanımefendiye ait olabileceği hissine yenik düştü. Bu ayakkabı meselesi onu dergâhın kapısına kadar oyaladı. Dergâhın kapısıyla karşı karşıya kalınca hâline şaşırdı ve istiğfar etti. O gün dergâhtaki hizmetini her günkü gibi yerine getirdi. Ertesi gün, evinden çıkarken rabıtasını toparlamaya çalışsa da, gözünün önünden kırmızı rugan ayakkabıların hayali gitmiyordu. Caddenin sağına geçti. Dünkü ayakkabılar şeyhiyle arasına giriyor, çaycı Ali kısa bir dalgınlıktan sonra tekrar rabıtasına dönmeye çalışıyordu. Artık kalp huzuru bozulmuştu. O gün kırmızı rugan ayakkabıları görmese de, görmek için içinde kuvvetli bir isteğin oluştuğunu hissediyordu. Bir sonraki gün evden çıkınca yine rabıtasını toparlamaya çalışmış ama biraz sonra ayakucuna bakan gözleri kırmızı rugan ayakkabıları gözlemeye başlamıştı. Nefsiyle didiştiği bir anda, yanından geçen -yine o- bir çift kırmızı rugan ayakkabıyı gördü: Aman Allahım! Ne kadar zarif ayakkabılar! Ne kadar güzel! Kesin saygıdeğer bir hanımefendiye ait! Ne hoş bir kırmızı! Tıpkı rüya gibi…
Çaycı Ali, otuzlu yaşların ortalarındaydı. Rahmetli annesi hayattayken evlilik için bir kaç görüşmesi olumsuz geçince, ömrünü şeyhinin dergâhında hizmete adamaya ve evlenmemeye niyet etmişti. Dergâhtakiler bekârlığın bu yolun adabına uygun olmadığını söylese de, o birçok büyük zattan örnekler vererek eleştirilere göğüs geriyordu. Ona göre nefsini terbiye etmemiş birinin aile kurmak gibi önemli bir sorumluluğu yüklenmesi doğru değildi. İşte bu, kırmızı rugan ayakkabılı kadın; fikirlerini yavaş yavaş değiştirmeye, hatta bütün gün gönlünü meşgul etmeye başlamıştı. Gördüğü en ufak bir kırmızı nokta, hatta bir kiraz lekesi bile bir anda gözlerinin önüne o parıl parıl kırmızı rugan ayakkabıları getiriyordu. Artık evden çıkarken tek isteği, bir kere daha onları görebilmekti. Dergâhtayken bile gönlü ertesi gün kırmızı rugan ayakkabıyla karşılaşıp karşılaşmayacağıyla meşguldü. Bir kaç kez yanından geçip gitmesine rağmen henüz başını kaldırıp bu hanım efendinin mah cemâline bakamamıştı. Ama içten içe bunun için bir bahane de aramıyor değildi!
Çaycı Ali artık rüyalarında şeyhini görmüyordu. Aksine yatağının etrafında bir kedi uysallığıyla gezen bir çift kırmızı rugan ayakkabı sık sık rüyalarını süslüyordu. Bazen başucundaki kırmızı rugan ayakkabılar yavaş yavaş yerden yükselip tavana kadar çıkıyor sonra bir rüya zarafetiyle patlayıp kıpkırmızı bir gül yağmuru halinde üzerine dökülüyordu. Bazen de kapısı hafifçe aralanıyor, yüzünü göremediği bir hanım efendi kırmızı rugan ayakkabılarıyla usulca başucuna kadar geliyor, sıcak bir nefesle boynunda kırmızı bir ruj izi bırakıyordu. Bu öpücük bazen o kadar sahiciydi ki yatağından uyanır uyanmaz elini boynuna götürüyor, gidip aynanın karşısında boynunda ruj izi olup olmadığını kontrol ediyordu. Bütün bunlara rağmen ilginç bir şekilde derslerini ve dergâhta ki hizmetini aksatmıyordu. Bütün bedeniyle dergâhtaydı. Fakat gönlü kırmızı rugan ayakkabılı kadının hayaliyle doluydu. Son zamanlarda onunla karşılaşma isteği iyice arttı. Bir bahaneyle kendisini görmek istiyor yine de bunu saygı çerçevesinde yapmak istiyordu.
Bir gün yine dört gözle kolladığı saat geldi; evden çıktı. Cadde her zaman ki gibi kalabalıktı. Çaycı Ali önüne bakarak gıdım gıdım ilerliyordu. Bazen kaldırımdaki kalabalığın rahatlaması için kenara çekilip bekliyordu. Bir yandan da gözleri bir çift kırmızı ayakkabıyı arıyordu. Tekrar yavaş yavaş yürümeye başladı fakat karşıdan coşkulu bir kalabalığın geldiğini fark edemedi. Mümkün mertebe yerinde durarak kolaylık sağlamaya çalışsa da nahoş bir durumla karşılaşmıştı. Derken bir anda önünde bir çift kırmızı ayakkabı gördü. Görür görmez de ayakkabıların sahibiyle çarpıştı. Aslında çarpan ayakkabıların sahibiydi. Fakat çaycı Ali oralı değildi. Ona göre özür dilemesi gereken kendisiydi ve özür dilemek için de başını kaldırıp bakması insani bir davranıştı. Fakat daha başını kaldıramadan “şırrakkk!” diye tokadı yedi. “Önüne baksana ahmak”, dedi kırmızı rugan ayakkabılı kadın ve caddenin kalabalığına karışıp gitti. Çaycı Ali olduğu yerde donup kaldı. Başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibiydi. Yanakları kızarmış, gözleri dolmuştu. Güç bela başını kaldırıp baktı; şeyhi önünde yürüyordu!
Tahir Tarık Balıkçı
1 Yorum