Kilitli Çekmece

Evet korkmuyorum ve söylüyorum: “Seni özledim.” Hem niye korkacakmışım ki? Yeterince korku var zaten göğsümde. Her gün diken üstünde yaşıyorum, ödüm patlıyor birileri gelip de seni o beyaz elbise içinde gördüklerini söyleyecek diye.

Daha bugün! Bugün yine kahvede, tek tabanca bir masaya çekilmiş, düşüncelere dalmış otururken biri girdi içeriye nefes nefese.

– Rıfat hanginiz, dedi.

– Benim, dedim.

Hızlıca döndü benim masaya doğru. Göğsü kalkıp kalkıp iniyordu ve yüzü allak bullaktı. Şöyle baştan aşağı bir süzdü beni. Tam bir şey diyecekti ki dönüp kendisine bakan meraklı ve hayretli gözlere baktı, vazgeçti sonra. Çekindi herhalde “Az gel benle dışarıya hele” dedi ve tek kelime daha israf etmeden döndü arkasını çıktı. Yedi düvelden korkmam sanırdım. Oysa ne bilirdim bir gün, senden kötü bir haber gelecek diye, tir tir titreyeceğimi. Masadan nasıl kaktım, o kapıya nasıl vardım hatırlamıyorum ama, dedikleri doğruysa çıkarken üç beş bardağı devirmişim yere. İçimde bir organ katliamı falan olacak sanıyordum; kalbim, kanı o derece sert püskürtüyordu. Neyse ki korktuğum şey değilmiş. Bizim Fahri amcaların gelini Nurten’in, öte köydeki erkek kardeşiymiş. Ablası doğum yapmak üzereymiş de anamı arıyorlarmış. Ebe falan zannetme ha anamı. Bizim Nurten, biraz ürkek bir çocuk gibidir de. Epey zorlandı köyümüze geldiğinde alışana kadar. “Anam anam!” diye az ağlamadı. Şimdi de kendi köylüsünden bir tek anam olduğu ve kendi anasının da ahbabı, çocukluk arkadaşı olduğu için, onu çağırmış moral versin, destek dursun diye. Allah rahmet eylesin anası geçen sene vefat etmişti. Gelin olduktan sonra ikinci kez öksüz kalmıştı, garip. Ama kurbanım Allah’a birini aldı, birini verdi. Nurtopu gibi bir kızı olmuş. Akşama anam anlattı; burnu, çenesi, kaşı falan hep Nurten’in anasıymış. Nurten pek sevinmiş. Hatta gözleri de onunki gibi yemyeşil! Anam “gözleri yemyeşil” deyince ben gene bir kötü oldum, bir sarardım, bir bozardım ki… Sen geldin ve gene düşüverdin aklıma. Bir kasvet çöktü içime, başım öne düştü, müsade alıp odama geçtim.

Odam, her şey yerli yerinde olmasına rağmen nasıl da dağınık görünüyor gözüme anlatamam. Sanki bu eşyalar, bir düzene binaen değil de, isyana ve dağınıklığa binaen konmuşlar yerlerine. Her biri oldukları yerde, intizamın aksine bir dağılmışlığı temsil ediyor gibi. Ve içeri her girişimde gözlerim seni aramıyorsa n’olayım! Sanki yıllardır senle burada yaşıyormuşuz da, ben hiç bu odada tek başıma gün geçirmemişim gibi. Odaya köşe bucak, ilmik ilmik, nakış nakış işlenmiş gibisin sanki. Ne yana dönsem, sen. Ve hiç yadırgamıyorum bu durumu biliyor musun? Çok tabiî bir şeymiş gibi… Kendimi bir anda senle hararetli haretli bir şeyler konuşurken yakaladığım kaç oldu, inan saymadım. Bizimkiler bir ara, kendi kendime konuşmalarımdan ötürü, “Bir şeyler mi musallat oldu buna?” diye iyice kormaya başlamıştı. Ben de çaresiz, sana bu mektupları yazmaya başladım. Öyle rahatlatıyor ki beni… Önce yazıyorum, sonra bir güzel katlıyor, özene bezene zarfa yeleştiriyorum, ve sonunda da kaldırıp kilitli çekmecemdeki özel yerine, uyumuş bir bebeği beşiğine yatırırkenki titizlikle koyuveriyorum.

Bilmiyorum kağıttan, kalemden ve zarftan öte, seslerimiz birgün değecek mi birbirine? Başımızı kaldırıp da birbirimize, şöyle uzun uzun bakabilecek miyiz? Saçlarını diyorum, Rahime; saçlarını ne zaman koklayacağım, söyler misin?

Hatip Ekinci

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Şevval , 04/05/2016

    Çok güzel…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir