Sürpriz; adı üstünde, beklenmediği anda olagelendir. Siz bir şeyi beklemeyebilirsiniz ama hayat sizi kendi planına dâhil etmek için ağlarını örmede gayet mâhirdir. Durun durun, yoksa hayat bir örümcek ve ağını kurup avını mı beklemektedir? Hatta yine durun, yoksa biz av mıyız? İsterseniz artık durmayabilirsiniz. Madem avız, kaçmalıyız çünkü…
Abdullah Karaca güneşli günün ardında yoğun, kasvetli ve koyu bulutların içine saklamıştı umudunu. Dilediği ne bir güneş ne de bir aydınlıktı. Onun görmek istediği heyula gibi görülen bulutların bir hekim gibi ilaçlarını yeryüzüne dağıtmasıydı.
Böyle bir anın henüz gelmediği bir günde, sözlerinde içinin yağmurlarını taşıyacak bir başka dosttu aradığı; Sulhi Ceylan’dı.
Maltepe’de başlayıp Suadiye’ye uzanan güzergâhın her bir adımında arkalarına kısa anılar bırakıyordu iki arkadaş. İnsan, anıların etten ve kandan olanıydı. Elbette geçmişlerinde de kana karışan yaraları, susmayan ve haykıran ağrıları olacaktı. İnsan kendi iradesini ancak kendi için kullanabilirdi, bir başkasının hayatını değiştirmek istediğinde bile insan ancak elinde olanı verebilirdi. İnsan avucunda kan ve birkaç ağarmış saçtan başka ne tutabilirdi ki! Biyolojinin deney sahası içinde ele aldığı ama tutamadığı gerçekler gibiydi insanın elindeki bileşenler. Hiçbir gerçekse ölüm kadar zarif ve suskun olamazdı.
İkili, arşınladığı yolları geride bırakırken kendini dünyanın öteki ucu olan Bağdat Caddesi’nde buluyordu. Dünya, dünyaya kalamayacak kadar ciddi şeyler taşıyordu üzerinde ve bu yüzden caddedeki kalabalık dünyanın öteki ucuydu.
Birbirlerinin kapılarını karşılıklı açan iki dost, dünyanın süreli renklerinden uzaklaşıp cadde üzerindeki bir kitapevine sığındılar. Burası renklerin spektruma uğradığı, evreninde gerçek düşlerin yer aldığı bir prizma salonuydu. Renge bulanmak kötü değildi oysa, renkler tayfını bulamıyordu.
Kitapçılar, ikilinin kaleleri gibiydi. Her sancıda saklandıkları… Yoku var gibi gösterme sanatının mucidi şehre karşı örülmüş kaleler…
Sulhi Ceylan ve Abdullah Karaca ikindinin mayhoş aydınlığından akşamın yalın soğuğuna dek konuştular, sustular… En çok da susuşlarıyla içlerindeki adamların konuşmalarına tutuldular. Âlem susmuyordu sadece, bütün bir cismi çepeçevre saran o ruh öyle bir yaraya dokunuyordu ki ne acıdan susan vardı ne budala tiratlar atan.
Ayrılık saati geldiğinde bildikleri bir şey vardı bunu önceki buluşmalarında sırılsıklam hissetmişlerdi: herkes yalnızdır.
Bağdat Caddesi, üzerinden her geçen kişiyle biraz daha eziliyordu.
Edebifikir Haber Ajansı
6 Yorum