Kahramansız Hikâye

Güneş kalemimin üzerine doğarken, hikâye karakterimle barış imzalamanın derdine düşüyorum. Ben onu, çekip gitse ardından su dökecek birisinin bulunmayacağı, ölse kimsenin üzülmeyeceği, cesedi ortada kalsa defnedecek birilerinin çıkmayacağı, dikkatli okurlar haricinde kimselerin fark edemeyeceği silik bir karakter yapmak isterken; o, ısrarla, “Beni adsız şansız bırakamazsın, bir hiçliğe mahkûm edip hiçoğlu dedirtemezsin, okuyucuları benim gibi bir kahramandan mahrum bırakamazsın, tarih bunu affetmez, bilmem kaç yüzyıllık geçmişine bir bak. Kahramansız bir hikâye var mı? Sen hiçbir film gördün mü ki kahramansız olsun, hele hele son zaman dizilerini seyretmiyor musun? Çoğu Herkül ve Zeyna özentisi. Çarpışıp vuruşup ölmeyen, kılıç, ok, mızrak işlemeyen, yarı tanrı yarı insan kahramanlardan, o kurşun işlemeyen mafya babalarından benim neyim eksik?”

Karekterimin mavralarına tahammül mümkün değildi. Çaresiz isteğine tâbi oldum ve yazmaya başladım:

Kamber’in Korkusunu Beyan Eder

Çalıştığım ofise gelen kızdan gözlerimi alamıyordum. Boyuyla posuyla, gözüyle kaşıyla, huyuyla suyuyla her konuda birbirimize denk sayılırdık. Onun Kamber’i olmaya niyetlendiğim hâlde aylar geçmiş, bir türlü açılamamış, hem kendimle hem de annemle bir ateşkes yapamamıştım.

Bir gün yemekhanede onu göremeyince sardı beni bir telaş. Ofise dönünce, Arzu’nun harıl harıl çalıştığını gördüm. İçimdeki çocuk atlı karıncaya binmeye başladı. Yanına yaklaşıp “Akşama çay içip birbirimizi daha yakından tanıyalım mı?” diyecektim ki şen şakrak Şermin sihirli lambadan çıkar gibi geldi. “Kız, Arzu, seni yemekte göremeyince yemeğini ayırttım. Valla aç kalmana içim el vermedi, yemekhanede de kimseler kalmadı, hadi inip yemeğini ye.” diye cikledi. Arzu, “Ben yalnızlıktan korkarım, tek başıma yemek yiyemem ki,” deyince, içimdeki atlı karınca durdu. Birden büyüdüm ve bir zamanlar bağıra çağıra dillendirdiğim bir gerçeği hatırladım: kork, yalnızlıktan korkandan. Hayatım için bir mesel olan bu cümleyi Arzu’nun kulağına fısıldadım.

“Dur, daha fazla uzatma lütfen. Suyu çıkarılan meselelere beni alet etme. En uzun aşk üç dakika sürüyor şimdi. Hangi aşktan bahsediyorsun? Geçelim bunları. Beni âşık değil, halka mâl olacak bir kahraman yapmalısın.”

Peki, peki istediğin gibi olsun deyip ikincisine başladım:  

Şairin Abarttığıdır

Yazdığı ve yayımlattığı hiçbir şiiri karısı okumamıştı. Sitemle niçin okumadığını sordu, “Siz, şairlerin işidir mübalağa. Kafanızda bir kadın yaratırsınız ve ona yazarsınız. Yâni hep bir hayâle. Biz kadınlar da onu üzerimize alınır, kendimizce mutlu oluruz. Kendimi kandırmak, bir abartının kurbanı olmak istemiyorum.” deyip at kuyruğu saçlarını sallaya sallaya mutfağa doğru yürüdü. Şair ise, defterine yeni yazacağı şiirinin notlarını alıyordu:

Dünyanın bir ucuna saçının bir telini, diğer ucuna da bütün kadınları koysalar, gözümü kırpmadan saçının teli olduğu yöne doğru yürürdüm.

“Of be dostum, şimdi de romantiklik mi? Kızma bana ama kadınları hiç tanımamışsın, onlardan hiç anlamıyorsun. Bir kadını konuşturacaksan onun duygu yönünü ağır bastırmalısın, mantık yönünü değil. Hangi kadın kendisine şiir yazıldığında kayıtsız kalabilir ki! Gerçekçi olur musun biraz? Hem ben şair değil, kahraman olmak istiyorum.

Bu foduldan kurtulmanın bir yolunu bulamıyordum. Şansımı bir kez daha denedim:

Güç Gösterisine Dair Anlatılandır

Okulun en çalışkan talebesiydi. Böyle bir çay ocağında denk gelmeyi hiç beklemiyordum. Hangi başarısından, hangi okulda okuduğundan bahsedecek diye beklerken. “Hocam, lisede dikiş tutturamadım. İkisinden kovuldum, ikisinden de kaçtım. Şimdi ise bir kereste fabrikasında çalışıyorum.” Zekâ gücünün bu kadar ileride olduğunu bildiğim bu delikanlı neden beden gücünü seçmişti acaba? Aklımı askıya alan bu soruyu sormaya da çekiniyordum. Başını kaldırdı ve içimi okurcasına, “Çocukken ailem sürekli benim gücümün hiçbir şeye yetmeyeceğini, okumaktan başka bir iş yapamayacağımı söylerlerdi.” dedi. Taş gediğine değil, kucağıma oturmuştu.

“Hah şimdi oldu. Ancak acemiliğin hemen göze çarpıyor. Böyle bir mesele ancak romanla anlatılabilir. Böyle küçük bir hikâyemsiyle çerçöp edilmez.

Güneş tam tepemde. Evden, kalemden, defterden ve en çok da boşboğazdan kaçıyorum. Otobüs sakin. Nereye gittiği pek de umurumda değil. Ama içimi gıdıklayan bir şey var. Tekrar hikâyeme yeni cümleler eklemek için telefonda dosyayı açtım. Geveze karakterim bir heyula gibi başını uzatarak, herzelerini yine savurmaya başlamıştı ki, tok bir ses aramıza girdi. Bir polis memuru, arkasında kameramanlar eşliğinde konuşmaya başladı: “Arkadaşlar, lütfen maskelerimizi ağzımızı ve burnumuzu kapatacak şekilde takalım, sosyal mesafeyi koruyalım.” der demez bizimki hikâyenin içinden otobüsün orta yerine bir kanguru gibi zıpladı. İki ayağının üzerine kalkıp bir boksör edasıyla yumruklarını göstererek konuşmaya başladı: “Sistem maske adında bir put inşâ etti. Belirli bir süre bu puta tapınmamızı isteyecektir. Maske işlevselliğini yitirince de ortaya elinde baltasıyla maske putunu kıracak bir put kıran sürecek, putu da put kıranı da başımıza musallat eden bu dünya sistemidir. Sizler ve benim şu sümsük yazarım da bu sistemin içi geçmiş halkaları.” dedi ve yolculara dönüp “Biz bu şekilde sessiz durdukça daha çok zokalar yutarız.” diyerekten nutkunu bitirmişti ki, bir polisin elinde kelepçe ve copla geldiğini görünce, koşarak yanıma geldi. “Aman patron sen nasıl yapmak, nasıl yazmak istiyorsan öyle yap, öyle yaz, daha da karışmam. Çabuk çabuk gözlerini kapat ve uyuma taklidi yap yoksa benim yerime seni yakalayacaklar.” deyip tekrar hikâyemin içine girdi. Nedense bu murdar herifin sözünü dinleyip gözlerimi kapattım. Açtığımda nezaretteydim.

Celal Kuru

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • gizli örgüt , 09/07/2022

    bayramınız mübarek olsun edebifikir. gözünüz arkada kalmasın, bayramda da çalışmaya devam ediyoruz. hor görmenin her türlüsünün son bulacağı devrim günü elbet yakındır.

  • 'dikkatli okur' , 05/07/2022

    Allah kurtarsın Patron

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir