Kafe Mary

Duraklara geldiler. Dolmuşlara doldular. Metrolara bindiler. İnsanlar tıklım tıklım. İnsanlar süklüm büklüm. İnsanlar ki tanrıları ceplerinde… Tanrıları kalplerinde ve başlarının üstünde… Fakat boynunda balta asılı duran put! Büyük put! Tanrılar tanrısı! Öz benlik…

Ne ayık ne sarhoş… İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Yağmur başlayınca, ara sokağa sapıyor, güç bela kendimi  bir kafeye atıyorum: Kafe Mary. Zihnim bir defineciden daha heyecanlı. Bulup çıkarıyor aniden, gece gündüz kazdığı kuyudan bir cümle. Kafe Mary’den içeri girerken söyleniyorum; “elimden tut yoksa düşeceğim / yağmur götürecek yoksa beni.” Durup bakakalıyorum garson kıza. O da şaşkın.

Kafe bomboş. Cam kenarına koyulmuş uzun bir masa ve etrafında altı sandalye. Madam Mary Londra’dan döndüğünde vaktini hep burada geçirirmiş. Arkadaşlarını da burada ağırlarmış. Çok dostu olmadığı ve kalabalığı da sevmediği için bu küçük kafede altı kişilik masa dışında masa yok. Zaten kendi burada yokken de referans verdiği kişiler dışında hiç kimse kafeye alınmıyormuş. Garson kız tam; “Kapalıyız!” diyecekken, dışarıdaki yağmur doluya dönmüştü. Cam kenarına gidip masaya oturmuş her şeyden habersiz bir müşteri gibi karşılanmayı bekliyordum. Islanmış ve üşümüştüm. Bir çay istedim. Ayakta duran garson kızın tereddütte kaldığı belliydi. Bakmayın garson kız dediğime. Madam Mary’nin uzaktan akrabası olur. O, bu kafede her şey. Hem garson, hem kasiyer, hem aşçı… Madam İstanbul’dayken hemen her gün misafirlerini ağırlayıp onlara hizmet ediyor; Madam Mary’nin yokluğunda çoğu gün sabahtan akşama kadar yapayalnız kalıyordu. Ara sıra Madam Mary’nin arkadaşları uğrasa da çoğunlukla demlediği çayı, bir başına, cam kenarına oturup İstiklal Caddesi’ni -caddeye  açılan küçük bir sokak ağzından- izleyerek içiyordu.

Madam Mary, dediğime de bakmayın. Asıl adı Meryem. Ailenin İngiliz hayranlığı tâ İttihat Terakki zamanından kalma. Büyük dedesinin babası İngiliz sefaretinde yıllarca görev yapmış. O dönemde kurulan dostluk nesilden nesile devam etmiş! Cadde-i Kebir’de bir mekan açıp, başta Londra’dan gelenler olmak üzere arkadaşlarını ağırlamak hayali Madam Mary’nin büyük annesinin annesinden beri ailede ki bütün madamların hayali.

Dolu tekrar yağmura dönmüştü. Çıktı geldi garson kız. Elinde bir çay fincanı. Çayı masaya bırakırken parmaklarından zarafetle ayrılıyor çay fincanı. Ki “parmakları gümüş şamdanlarda mumlardır / ve / dudaklarında çürükler vardı dağ çiçeklerinden ötürü”.

Daha sonra kaç kez geldim bilmiyorum. Kaç kez güneş doğarken Kafe Mary’nin kapısındaydım? Kaç kez –gecenin bir yarısı- indirilmiş kepengin önünde oturup sigara içtim. Kaç kez garson kızla cam kenarında oturup karşılıksız, konuşmadan çay içtik.

Acaba Madam Mary, çıkıp gelse beni ne diye takdim edecekti? Benim için “Kulumdur, kölemdir” dese, ne olur? Sevinçten yere göğe sığmam herhalde. Bağrımı açar; yalın ayak bütün bir Galata’yı, Karaköy’ü, Tepebaşı’nı uluyarak dolaşır, onun kulu, kölesi olduğuma şükrederim. Fakat kendisiyle bir münasebetim olduğu zehabına kapılmama hiçbir zaman müsaade etmedi. Hep bir kafe müşterisi gibi kaldım. Bilmiyorum. Belki yalnız kalmaktan sıkılıyordu. Bazen, sevgimi hissettiğini ve bundan gizli bir memnuniyet duyduğunu da düşünüyordum.

Dışarıda aylar önce Kafe Mary’e – ilk defa – gelmeme sebep olan havaya benzer bir hava vardı.

Yağmurun ıslattığı  caddeyi; broşürler, ıslıklar ve sloganlarla dolduran kalabalığı izlerken “putperestler” dedim. Garson kız parmaklarını hırkasının içine saklayarak -ki “parmakları gümüş şamdanlarda mumlardır” – büzüldü. Sanki yalnızmış da kendi kendine konuşuyormuş gibi: “Sende putperestsin” dedi. Yüzümü ateş bastı. Boğazım düğümlendi. Ceplerimi acemice karıştırdım, ilaçlarım yoktu. Kapıdan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Yağmur caddeyi pırıl pırıl yıkamıştı. Aylardır bastırdığım yaralarım kanıyordu. Galiba nöbet geçiriyordum: Yok ama yok, ben putperestim!  Ey camekânda, siyah kadifeler içinde parıldayan, inci küpeler karşısında ezilen kadın. Ey köşe başından caddeye fırlayan ayağındaki marka ayakkabıların züppe kulu. Ben putperestim! Göğsüm daralıyor, kalbim sıkışıyor, nefesim tıkanıyor. Her şey gözümde bir hayal gibi silinip silinip tekrar yerine dönüyor.

Allah’ım! Allah’ım!

Bu cadde, bu kaldırım, bu ışıl ışıl dükkânlar, cafcaflı tabelalar… Çiçek pasajı ve müdavimleri… Rakının ve balığın kulları… Bu ara sokaklar, karanlık batakhaneler…

Ey şarabın, kumarın ve bedenin kulları… Ben miyim putperest… Ağızlarından köpükler saçarak gelen parti perestler… Başkanların kulları… Paranın, çıkarın, lüks arabaların, makamların ve şöhretin kulları… Allah’ım! Allah’ım!

Neden sokak lambaları karartıyor sokakları! Neden yağmur beni kurutuyor!

Ey kaçak yapıların, imar affının kulları… Ve enkazdan oy kurtaranlar! Ben miyim putperest!

Ki “parmakları gümüş şamdanlarda mumlardır”

Allah’ım! Allah’ım!

Su üstünde mi yürüyorum, yürüdüğüm yolları mı su bastı!

Ey stadyumlardan boşalan, futbolun kulları! Ey sinemaları, tiyatroları dolduran yığınlar! Ey konser tapınağının kulları… St. Antuan kilisesinde mum yakan türbanlı kadın… Ey cübbenin ve şalvarın kulları…

Allah’ım! Allah’ım!

Ey saksılardaki çiçeklerin kulları… “Bacakları eriyen memurlar ve ev kızları” Bilimin ve yapay zekânın, şiirin ve sanatın kulları…

Ey benim kullarım! Ve ey tanrılarım. Mademki ben yoksam hiç birinizin benim için kıymeti yok. O zaman hepiniz  varlığımla anlam bulan kullarımsınız. Fakat mademki benim yokluğum sizi ırgalamaz ve varlığım sizinle anlam buluyor; o zaman hepinize iman ettim! Tanrılarımsınız! Allah’ım! Allah’ım!

Ey tanrılar! Ey her şey! Ey varlıklarıyla mana bulduğum. Siz yoksanız ben bir hiçim. Ve “parmakları gümüş şamdanlarda mumlardır”

Allah’ım! Allah’ım!

Güneş neden evlerin önünü kapatıyor. Neden güvercinler çiçek açıyor?

Allah’ım! Allah’ım!

Ey yıllar önce, Eyüp’te bir çıkmaz sokakta, topladığı paraları başka bir dilencinin avucuna boşaltırken; “Ben ben’den bıktım!” diyen, dilenci…

Ve “parmakları gümüş şamdanlarda mumlardır”

Allah’ım! Allah’ım!

Yırtıp atsam gerçeklik kisvesinde ki bu yalan tabloyu. Cemâlinle çırılçıplak kalsam. Erise benliğim senin vahdetinde.

Allah’ım! Allah’ım!

Senden başka hiç bir şey kalmasa.

Tahir Tarık Balıkçı

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Selim , 22/03/2023

    Yıllardır böyle derin hikayelere dalmışlığım yoktu…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir