“terkedip gidiyor beni teker teker bütün güneşlerim
bir daha hiç dönmeyecekler mi yaşamıma
alnımdan fırlayan bir Kartal yarıp
geçiyor göğü
görünmez bir Çarkın çıldırtıcı gürültüsü
duyuluyor bir yerlerden
uzak anılar
yengeçler gibi
çıkıyorlar bir gün batımına
son güneşler son güneşler de düşüyor
bak”
Lale Müldür, La Luna
“Eşya ile kurduğumuz bağ dünyaya bir derece daha alışabilmemizin bahanesidir.” Böyle demişti dadı. Küçük Beriye, hiç duraksamadan atıldı. “Eşya çoğuldur. Onun tekili ise şey. Nesne demek.” Dadı şefkatle küçük kıza baktı. “Aferin küçüğüm, doğru söyledin.” dedi.
İnsanın şeyler ile kurduğu bağ hiç değişmemişti. Zaman geçtikçe iç içe geçen, kördüğüm gibi sıklaşan, kopmaz bir bağ. İnsan diğer tüm mahlûkattan zekâsı ve iradesi ile ayrılıyordu. Bir yaratıcıya muhtaçtı. Kalan her şey ise ona muhtaç. Pek öyle sayılmazdı ama. Şeylere, çoğu zaman öyle değer veriyordu ki, âdeta ona muhtaç oluyordu. Bir zaman geliyor ki hiçbir şeyi atamıyor, bir köşede biriktiriyor durmadan. İstifçilik ne kötü huy! Dadısı hep bu konular hakkında konuşurdu işte. Şimdi dadısı yoktu. Şimdilerde dadı da yoktu hiç. Bakıcılar var. Konakları da yoktu artık. Ama bir yerlerde duruyordur konakları. Eşyaydı ne de olsa! Elbet duruyordur. Konağı geç. Bak şu kanepeye, on yıl oldu, duruyor. Şu vitrinin otuz yıl vardır ömrü. Başka? Başka? Etrafına bakındı Beriye Hanım. Gözü daha eski bir şey arıyordu. Halı. Televizyon konsolu. Mezattan alınan tablo. Fiskos masası. İşte. Daha eski bir şey. Fiskos masasının üstündeki fincan takımı. Bu fincanlar kendini bildi bileli vardı. İlk yaşını görmüştü. Beriye Hanım dahi hatırlamıyordu o günü. İlk adımlarını, ilk düşüşünü, ilk kalkışını, ilk karnesini, onuncu yaşını, rüzgârgüllerini, çocukluk arkadaşı Keriman’ı, yirminci yaşını, ilk aşkını, dostluklar, kaygılar, aşklar, sonra yine dostluklar, kocası Ferit Bey’i, kızı Vediha’yı, otuzuncu yaşını, gülüşler, ağlayışlar, gülüşler, antidepresanlar, uyku hapları, kırkıncı yaşını, beyaz telleri, hafif makyajdan daha ağır makyaja geçilen günler, gözaltının torba torba olmasını; uykusuzluktan değil yılların armağanı olarak, kızının düğününü, ellinci yaşını, sarkan yanaklarını, torununu, kocasının vefatını, sayılamayan günleri, altmışıncı yaşını, yetmişinci yaşını… Bu fincan tüm bunları görmüştü. Daha eski günleri de görmüştü. Annesini, ninesini, ninesinin annesini, ninesinin ninesini… Aile yadigârıydı. Çok eskiydi. Çok yaşamıştı. Herkes ölmüştü. O yaşamıştı.
“Beriye Teyze lokumları bulamadım.”
“Buzdolabının hemen yanındaki rafta. Kapağı aç. Boyun yetişmezse sandalye var.”
“Gördüm!”
Beriye Hanım çok seviyordu Nisa’yı. Komşulardı. Meslek lisesinde okuyordu Nisa. Sağlıkçıydı. Hangi alan diye sorduğunda, gururlu bir şekilde “ATT” diye yanıtlamıştı. Sanki bu harfler yan yana bir gizemi oluşturuyordu. Bir açılımı da vardı elbet. Ama bu genç kız açık açık söylemek yerine bu şekilde söylemekten keyif alıyordu. Peki, ATT ne oluyor, diye de sormuştu Beriye Hanım. “Ambulans hemşiresi” demişti kız kocaman gülümseyerek. Yetmişini geçkin bu ihtiyar teyze açıklasam da anlamaz diye düşünmüştü belki de. Belki başka başka ihtiyar teyzeler ve ihtiyar amcalar anlayamamıştı anlattığında. Kızcağız da kendince bir açıklama bulmuştu. Ambulans hemşiresi. Oysa Beriye Hanım anlardı. Tahsilliydi. Fransızcası bile vardı. Emindi, genç kız duysa küçük dilini yutardı. Böylesi şeylerle hava atacak yaşı çoktan geçmişti. Bir şey söylemedi Nisa’ya. Onunla birlikte güldü. Kız gidince internetten aratmıştı. Acil Tıp Teknisyenliği imiş açılımı.
“Çok güzelmiş lokumlar. Çok çeşit var.”
“Öyle ya. Ben en çok gül lokumunu severim ama. Diğer çeşitler hep sonradan çıktı.”
“Tadı nasıl kahvenin?”
“İçmedim ki. Seni bekledim. Dur hemen bakayım. Imm… Çok lezzetli. Ellerine sağlık.”
“Kahve makinesine sağlık Beriye Teyze.”
“Ay ilahi! Deli kız seni.”
Nisa, her gün muhakkak gelir. Beriye Hanım’ın yapılacak iğnesi, içilecek ilacı varsa takip eder. Tansiyonunu ölçer. Sonra bir fincan kahve içerler. Hep kahve değil tabii. Bu genç kız Beriye Hanım’ın dünyayı yeterince göremediğini düşünüyor olsa gerek, tüm dünyayı Beriye Hanım’ın önüne sermek ister gibi bir hâli var. Ona farklı farklı içecekler, dünya mutfağından yemekler getirir. Pek de maharetlidir. Beriye Hanım sanki ilk kez tadıyormuş gibi yapar. Ben bunu biliyorum ki, deme ihtiyacı duymaz. Daha önce tatmıştım, demez. İlk kez yaşanılanın şaşkınlığıyla karşılar genç kızı, ustalıkla.
“Beriye Teyze ben artık kalkayım. Teşekkür ediyorum.”
“Ne için teşekkür ediyorsun?”
“Sohbetin için.”
“Ahaha… Yine güldürdün beni iyi mi? Rica ederim Nisacığım. Ben de teşekkür ediyorum. Her şey için.”
“Başka cüz vereyim mi Beriye Teyze?”
“Daha verdiğini bitiremedim. Ben senin gibi hızlı hızlı okuyamıyorum ki…”
“Bitince veririm o zaman.”
“Öyle yaparsın. Annene selam söyle.”
“Aleyküm selam.”
Nisa gidince Beriye Hanım biraz şekerleme yapmak istedi. Göğsünde bir ağırlık vardı. Fincanları yıkadı, duruladı. Mutfak beziyle sildi. Sonra fiskos masasının üzerine koydu. Buranın süsü gibiydi. Sade süs değildi ama. Beriye Hanım çeyizleri sandıklarda bekleten kadınlardan olmamıştı hiçbir zaman. Eşya kullanılsın diye vardı. İnsanlardan uzun yaşadıkları yetmiyordu bir de hiç kullanılmadan öylece duracaklar mıydı? Böyle düşünürken kanepeye kıvrılıverdi. Sağ elini yanağının altına, sol elini göğsünün üstene koydu.
Bir saati geçmişti uyuyalı. Yavaş yavaş uyanmaya başladı. Dikkatlice doğruldu. İkindi olmuş muydu acep? Torunu okuldan dönünce görüntülü görüşeceklerdi. “Nerede bu telefon?” diye söylendi kendi kendine.
Beriye Hanım ayaklanıp telefonu aramak istedi. Göğsündeki ağırlık daha da ağırlaşmıştı. Dizlerinin bağı çözülür gibi oldu. Yere yıkılıverdi. Başını kaldırdığında telefonun yemek masasında olduğunu gördü. Kendini sürüklemeye çalıştı. Hiç gücü yoktu. Çok yavaş ilerliyordu. Sonra durdu. Başka bir yöne döndü. Fiskos masasına doğru. Yavaşça sürünüyordu. Ulaştığında berjerin koluna tutundu. Elini zar zor uzatıp fincanı itti. Paramparça olmuştu. Parçalar dört bir yana saçıldı. Beriye Hanım tüm kuvvetini yitirdi. Daha fazla tutunamadı.
Biraz sonra dış kapının kilidi açıldı. Nisa sese gelmiş olmalıydı. Yedek anahtarı genç kıza vermişti Beriye Hanım. Ne olur ne olmaz diye. Tanıdığı, bildiği, güvendiği bir bu kızcağız vardı. Genç kız salona girince bir çığlık kopardı. Hemen koştu.
“Beriye Teyze! Beriye Teyze! Telefon. Telefon nerede? 112’yi arayalım.”
“Diğer fincanı da devir.”
“Anlamadım?”
“Diğer fincanı da… devir… hadi kızım.” Nisa ne yapacağını şaşırmıştı. Hüngür hüngür ağlıyor, elleri titriyordu. Dediğini yaptı. Fincanı devirdi. Bu fincan da öteki gibi paramparça oldu.
“İyi misin Beriye Teyze?” diye sordu ağlamaya devam ederken. Beriye Hanım gülümsedi. “Çok huzurluyum Nisacığım.” diye yanıtladı kızı. Sonra göz kapakları yavaşça aşağı düştü.
Hasna Para
2 Yorum