İstidlâl

On beş aydır temizdi. Ayık olmanın temiz olmakla aynı manaya geldiği bu şehirde yürürken, bir yere yetişiyor olmanın heyecanını çoktandır yitirmişti. Uyuşturucu maddelerin bağımlılığından kurtulduğunda, geriye yaşamaya olan bağımlılık ile mücadele etmek kalmıştı. Ölüm haricen biliniyordu. Oysa yaşam, ölümün yakalarını tedricen birleştiren bir nehirdi.

Yaşama ayak sürmeden ayak uyduran insanların yanından geçip giderken, kendine ait acıları yüceltmenin arsız sevinciyle gülümsedi. Aylar sonra ayıldığında, kendine ait bir hayatı olduğunu da anlamıştı. Kendine ait bir hayatı olduğunun bilincine vardığında, bilincin bir üst katına taşınan yaşlı bilge, hayatın ona verilen bir emanet olduğunu kulağına fısıldadı. Kulak verdi ihtiyara, sözünü tuttu. Alnını secdeye teslim eden iradeyi, ne akıldan paçasını kurtaran ruhta, ne de Tanrı’nın varlığına dair öne sürülen delillerde aradı.

Korkmuştu o gün…

Varlığına dair bir delil aranacaksa; kollarındaki façalara, alnındaki dikişlere, göğsünü handiyse ikiye ayıran derin yara izine bakmak yeterliydi. Tanrı’nın varlığını bir delile dayandıran insanlar en mahrem yerlerine kadar bakmışlardı. Sümen altı edilen emniyet sicili, darp raporları, üniversite diploması, her aybaşında AMATEM’e verdiği kan tahlilleri…  Sonunda, sadece yüzüne bakan insanların Tanrı’yı sevebileceğine kanaat getirdiğinde, yüzünü yerden kaldırdı.

Şehrin izbe sokaklarını arşınladığı uzun yürüyüşün ardından kahvenin en ücra köşesinde onu bekleyen arkadaşını gördü. Caddenin karşısında bir süre onu ve itaatkâr köpeğini seyre daldı. Gerisin geri dönmeyi, onları yüzüstü bırakmayı düşündü. Vazgeçti… Bir sigara yaktı. Caddenin karşısına geldiğinde göz göze geldiler. Aylar sonra onu gördüğünde sadece temiz olmadığını anladı. Tertemizdi… Yüzlerce cevapsız çağrı, onlarca mesajın ardından nasıl olduysa vahşet çağrısına icabet etmiş, onunla bir araya gelmeyi kabul etmişti. Nasıl olduysa medcezir karaya oturan bedenini derin sulara çekmiş, arkadaşını sahilde, zalim korsanların eline bırakmıştı. Karşısına geçip boş gözlerle yüzüne bakan, iki deri bir kemik kalmış bu zavallı yaratığı seviyordu. Yüzüne bakacak bir yüzü kalmasa da, o başını kaldırır, gözlerinin içine bakardı. Kötülük problemini bir delile yaslamazdı o. Gereken neyse yapardı. Nezaket nedir bilmez, sorgulamazdı. Yaptığı iyiliği başa kakmamanın serinliğiyle, doğrudan konuya girerdi. Şırıngayı doğrudan damara enjekte eder, bıçağı kemiğe kadar dayardı. Aynı nehirde binlerce kez yıkandı, yine de temizlenemedi. Evcil bir hayvandı o. Hayvan-ı nâtığın ta kendisiydi. Zararsızdı. Sadece sezgileriyle yaşıyordu. Diğer yavruların yaşamaya devam edebilmesi için yuvadan atılan bir yumurtadan çıkmıştı.

Uzun uzadıya konuşmadılar. Öteden beri pek konuşmazlardı. Çayların ardından karşılıksız taksimat yapıldı. Bir mübadele aracı olarak para, arkadaşı için sükûnetle sona erecek bir geceyi daha satın aldı.

Rintlerin ölümü ertelendi.

Eli boş gelmemişti arkadaşının yanına. Birkaç haftaya çiçeğe duracak domates fidelerinin mis kokusu bütün kahveyi sardı. Onun da toprakla uğraşmayı sevdiğini biliyordu. Rehabilitasyon sürecinin bir parçasıydı bu…  Çürüyen yapraklardan arta kalan kurumuş ceset parçaları ilkyazda gübre haline geliyor, türdeşlerinin toprağına karışarak hayata umutla, yeniden merhaba diyorlardı. Toprak insana, bir insandan daha güzel ayna olabiliyordu. Özene bezene yetiştirdiği domates fidelerinin en güzellerini seçip ayırdı. Gövdelerinden usulca tutup çektiği fidanların kökleri tablalara sıkıca tutunmuş, yeni bir hayat formuna girecek olmanın ürpertisiyle direniyorlardı. Sarmaşık kökler, solucanlar ve birkaç damla su, topraktan ayrıldı. Birkaç güne susuzluktan çürüyeceğini bildiği taze fidanları arkadaşının titreyen elleriyle buluşturdu.

Azgın köpek birden bire huysuzlandığında domates fidelerini çıkardığı tablalara geri yerleştirdi.  Birden tüm gözler üzerlerine dikilmişti. Hayvan kısa aralıklarla hırlıyor, havlıyor, nefesinin kesildiği yerde dinlenip, biraz sonra çatlarcasına havlamaya devam ediyordu. Belanın kokusunu alan bu ıslak burnun altında, en sert kemiği un ufak eden sert çene, açılıp kapandıkça yer yerinden oynuyor, etrafa salyalar saçılıyordu.

Arkadaşı hayvanı sakinleştirmek üzere başını okşadığında tasmayla isimliğin arasına saklanan mahfazada ellerinin birleştiğini fark etti.

Hızla oturdukları masaya gelen sivil polisler köpeği bahçedeki ağaca bağlamaları yönünde talimat verdiler. İri kıyım olan külhanbeyi, köpek ağacın altına bağlanıncaya dek arkadaşına refakat etti. Biraz sonra kol kola, güle oynaya döndüler.

Bir kelebek, bir kutu kibrit, bir paket sigara, bir harman yerini ateşe verecek kadar para ve kalbin hızla alt dudağa pompaladığı siyah kanı yeryüzüne çıkaran okkalı bir tokat…

Domates fideleriyle birlikte yere yuvarlandılar. Köpek çıldırdı.

Arkadaşını yerden kaldırmaya yeltendiğinde ellerini arkada birleştiren demirin soğukluğunu duydu.

“Bu poşette ne var?”

“Domates tohumları. Ceketimin sol iç cebinde de AMATEM’den aldığım rapor var. Bunlar da kan tahlillerim. Tarih düne ait, başhekim tarafından imzalandı. On beş aydır temizim!”

Eve dönüş yolunda kan oturan bileklerini ovuştururken o kelamı hatırladı. Birbirine kavuşmak üzere salınan denizleri… Ama aralarında bir engel vardı… O kelam tertemiz yaratıkları için Tanrı’nın delili olmalıydı. Dünyada istidlal hâkimdi. Polisler bile bir delile dayanarak onu serbest bırakmışlardı… Arkadaşının dudağından akan kan; azgın denizin medcezirle yeryüzüne kustuğu cerahatti. Toprak insana, bir insandan daha güzel ayna olabiliyorsa, herkesi sevmeden yeşeremeyeceğini anladı. An itibariyle, o tokadın sahibini sevmek üzerine vacipti. Ve bir daha, asla çiçek ekmemeye yemin etti…

Tanrı, yağmur bulutlarını namluya sürdüğünde, domateslerin suyunu vermek üzere temiz kalpli insanların her gün önünden geçtiği bahçeye çıkan emniyet amiri; göveren fidanların bir dizi kenevire ait olduğunu fark ettiğinde, güneş çoktan dizlerini karnına çekmişti.

Bahadır Dadak

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir