İki Yabancı

 

O’ na yazılmıştır…

Konuşmaya başladılar. Adam sanki bütün yükünü masaya bırakmış ve sesleniyordu. Yaşamaktan artan cümleler dudaklarında birer sancı gibiydi. Kadınsa, yaşam dolu gözlerini ona uzatıyordu. Fakat adam biliyordu ki her şey gibi o da gidecekti. Çaresizce sözcükleriyle dudaklarına uzandı.

‘Sen, bu hayatta, yani her şeyin durmadan beni terk ettiği şu dünyada, bir an durup dinlenmek gibisin. Senin yanında her şey duruyor sanki. Zaman dakikalardan habersiz, mekân yaşamaktan.’

Kadınsa hayatın bütün anlamını gözlerinde barındırıyordu. Erkeğinin gözlerinde ise o umuttan bir şey arıyordu. Fakat nafileydi. Uzun yıllar önce bırakmıştı adam yaşamayı. O da sevdiğinin gözlerinde unuttuğu o yaşama isteğini hatırlıyordu. Kadın;

‘Hiçbir şeyden emin olamam’ diyordu. ‘Hiçbir şeyden. Çünkü sen kapalı duvarlar ardında kalan birisin. Ve senin ne duyguların saçıldı, ne de hissettiklerin. Senin yaşamdan anladığın nedir ki?’ diye soruyordu.

Adam ise yaşamayı kelimelere sığdıramayacak kadar yorgundu. Dilinde oluşan her telaffuz anlamsız bir biçimlenmeydi hayata karşı. Elini kaldırdı ve yüreğine daldırdı. Kadının kendisine karşı hissettiği bütün duyguları çıkardı o anda. Ve yağmur taneleri tel tel ağmaktaydı masaya. Çayını yudumladı. Sigarasından bir nefes daha aldı.

‘Ben’ dedi, ‘yağmuru çok severim. Çünkü onlar da tıpkı insanlar gibi bir an gelirler ve giderler. Sonra yerde buluşurlar sevdikleriyle. Belki bir göl olurlar, belki de bir deniz, belki de hiçbir şey. Silinip giderler yeryüzünden. Eğer bende silineceksem böyle, bende bir gün kimse tarafından hatırlanmayacaksam; bir hiçim. Tıpkı şuanda yaşayan altı milyar insan gibi ya da bizden önce yaşamış olan milyarlarca insan gibi bu deryada bir zerreyim. Ama sen, bu hiçlikte beni derin bir anlama kavuşturuyorsun. Gözlerini gözlerimle buluşturuyorsun. Beni şu yalnızlığımdan çıkarıp, bir an için kendin ediyorsun. Ne gitmeni istiyorum, ne kalmanı. Ben böyleyim. Ben hep yalnızlıkla beraber oldum. Benden bir şey beklemeni istemiyorum. Ancak gitmeni de istemiyorum.’

Kadın gözyaşlarını da koydu masaya. Ellerinin ve vicdanın titremesini. Bir insan nasıl bu kadar hayata karşı anlamsız olabilirdi ki? Hiç mi beklentisi olmazdı hayattan? Hiç mi düşlediği bir şeyler kalmazdı? Merak ediyordu ama o açılmaz bir kutuydu sanki.

‘Ben’ dedi, ‘şu kırların, şu çiçeklerin güzelliğinde bulurum hayatı. İnsanların yüzlerinde algılarım yaşamın güzelliğini. Bulutların, yağmurların, kuşların seslerinde donakalırım. Bir camın kıyısında oturur ve en güzel şarkıları dinlerim. Hayat insan için yaratılmıştır. Ve hayat, bizim onu almamız için bir yerlerde bekliyor.’

Adam yalnızlığını koydu masaya. Ceketini çıkardı ve sandalyesine astı. Dargınlıklarını, insan ilişkilerini, menfaatlerini koydu. Dünyayı bıraktı cebinde biriktirdiği.

‘Bak’ dedi, ‘ben bir hiçim. Kimseden bir şey beklemedim hayatımda. Kimsenin gelmesini ya da gitmesini istemedim. Çünkü beklenti hep yaralardı. Ve insanlar başkaları yüzünden yaralanmamalı. Herkes kendisini düşünür sonuçta. Kendisi için yaşlanır ve ölür. Ben senden böyle şeyler istemedim. Ve beni sevdiğinden de emin olamadım hiçbir zaman. Ve böyle mutluyum. Anlamını yitirme. Çünkü tek gerçek olan senin saflığın, temizliğin. Hâlâ dünyada güzel bir şeyler kalmışsa, gözlerine bakmalıyım. Çünkü ben ancak böyle anlayabiliyorum hayatın anlamını.’

Adamın hayatı kadının gözlerinde kalmıştı. Kadının gözleri ise adamın dudaklarında. Alnından öpmeleri bıraktı masaya. Bir silgiyi, defteri ve kalemi bıraktı. Bir de eskimiş mendilini. Sevmelerini bıraktı. Ki gönül sayfası karalamalarla doluydu. Sonra çekildi kadın.

Adam ise yürek yanmalarını bıraktı. Ve kadının bıraktığı ne varsa aldı bu yanmalar…

Sonra adam şöyle demişti;

‘Hayat, hep hüzne bakan bir pencere midir?’

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir