Görünmeyenlerin Dünyası

Önceki bölümden: (Turan’ın kıraathanesinde toplanan çocukluk arkadaşlarının Sefa’nın gelişiyle bölünen muhabbetleri, bilinmez bir yolculuğa doğru yol alan yürüyüşün ilk basamağıydı. Sefa’nın evinin altında kurduğu atölyesinde başlayan icatlar sonuçsuz kalsa da o, artık bu merakını bir hobiye dönüştürmüştü. Önce kendisinin, sonrasında mahallelinin işlerini kolaylaştıracak küçük icatlarına, araştırdığı kimya ilminin birikimi de eklenince uzun zamandır tohumların verimini artıracak bir formül üzerinde çalışmaktaydı. Bu formülden elde ettiği maddeyi dalgınlıkla çayına atıp içmesiyle başlayan bilinmez yolculuk, yolculuğa arkadaşlarının da katılmasıyla farklı bir boyuta girmişti. Modern Zaman Simülasyonuna Giriş)

***

Grubun en aklı başında üyesi Yusuf’un bile ilacı içmeye bu kadar meyilli olması Raşit’i epey korkutmuştu.

“Delirdiniz mi oğlum siz, ‘Hadi deneyelim!’ diye atladınız mevzunun içine. Bu çatlağın anlattıklarının gazına gelip hiç bilmediğiniz bir ilacı içelim diyorsunuz. Canınızı çarşı pazarda mı buldunuz? Çoluğumuz çocuğumuz var, ben bu işte yokum arkadaş!”

“Ben de çok korkuyorum ama içimde bir ses var ve sürekli dürtüyor. Hem adam dört defa kullanmış, bir şey olsaydı ona olurdu.”

Raşit ve Mehmet’in çekimserliği, diğerlerinde de bir tereddüte neden olmuştu. Konuyu tekrardan enine boyuna görüşmek için derin bir muhabbete daldılar. Olay hakkında etraflıca bir değerlendirme yapıldıktan sonra yaşanacak olayın heyecanı, korkunun üzerinde galip gelerek bir sonuca bağlanıyordu. Emrullah ayağa kalkıp planı özetleyerek arkadaşlarına aktarıyordu:

“Sadıçlar çaylarımıza iki eş kaşık ilaçtan atıp, hep beraber içiyoruz. Raşit ilacı içmeyi kabul etmediği için başımızda nöbetçi olarak bekleyecek. Sefa daha önce ilacı birden fazla denediği için oradaki kılavuzumuz olacak ve ne derse ona göre hareket edilip, sözünden çıkılmayacak. Raşit biz uykuya dalar dalmaz saati tutmaya başlayacak. Her kaşık yedi dakikalık bir uykuya daldırıyorsa biz iki kaşık içerek on dört dakikalık bir uykuya dalacağız. Raşit, burada sana çok iş düşüyor. On dört dakikaya üç dakikalık bir esneklik daha veriyoruz. Yani toplamda on yedi dakika sonra bizi mutlaka uyandırmaya çalışmalısın. Baktın uyanmıyoruz, hemen ambulansı arayıp haber veriyorsun. Anlaşılmayan bir şey var mı?”

“Ulan, kalbim ağzımda atıyor, o kadar heyecan bastırdı ki…”

“Sorma sadıç, ben de çok tuhaf oldum.”

“Hadi başlayalım”

(…)

İlacı içtikten kısa bir süre sonra uykuya daldılar. Raşit, daha birkaç saat önce saçma sapan muhabbetlerin döndüğü bu yerde, altı arkadaşının bilinçsiz bir şekilde yatıyor olmasının şaşkınlığını yaşıyordu. Üstüne yüklenen sorumluluk, arkadaşlarına duyduğu öfkeyle birleşmiş heyecandan yerinde duramıyordu. Bir yandan kıraathanede geziniyor, bir yandan arkadaşlarının nefeslerini ve nabızlarını kontrol ediyordu.

Diğerleri bedenlerine yayılan halsizliğin etkisiyle uykuya dalmış, loş ışığın altındaki o kasvetli meydanda gözlerini açmışlardı.

“Herkes burada mı? Alo, duyuyor musunuz? Sefaa… Burada mısın?”

“Gelin, gelin buradayım.”

“Sadıçlar, bunun bir rüya olmadığını herhalde şimdi anlamışsınızdır. Aynı rüyanın içerisinde farklı duyguları yaşayan altı farklı insan, şuan aynı meydanda beraberiz. Bunun nasıl olduğuna hâlâ akıl, sır erdiremiyorum.”

“Gardaşım çok tuhaf bir şey bu. Aynı yerde uyuduk ama nasıl oluyor da farklı bir boyutta, aynı rüyanın içerisinde buluşabiliyoruz?”

“Orasını bilmiyorum, zamanımızı da bunları düşünüp tüketmeyelim. Herkes ceplerini kontrol etsin toplam dört tane bilet olması lazım. Gördüğüm kadarıyla herkesin biletleri tam. Şimdi dikkat etmenizi istediğim şeyler var. Sakın ha girdiğiniz yerlerin acısına, karamsarlığına, şatafat ve büyüsüne takılıp kalmayın. Her kapıda farklı bir dünya bizleri bekliyor. Ama öncesinde şu uzakta hafiften ışıkları gözüken ‘Görülmeyenler Dünyasını’ geçmemiz gerekecek. O dünyayı geçene kadar hissedeceğiniz şeyler, bir daha bu ilacı içmemeye yemin edeceğiniz kadar ağır şeyler. Sizleri uyarıyorum, birbirimizden kopmadan devam edelim.”

İki tepenin arasında uzanan taşlı yoldan tek sıra halinde yürümeye başladılar. Sefa en önde ilerliyor, diğerleri bir adım aralıklarla onu takip ediyorlardı. Gökyüzü, kahverengi ve sarımsı bir renkle kaplanmış bir toz bulutu karanlığında, olabildiğince uzanıyor. Yakın yerler gözle kestirilebilse de daha uzaktaki yerler tamamen kahverengi bir tonda. Uzaklarda yanan loş ışıklı meydana doğru yürürlerken genizlerini yakan ve adım attıkça artan bir kokunun etkisiyle burunlarını tutmaya başladılar.

“Sefa, bu ne biçim koku böyle; resmen ceset kokusu gibi.”

“Evet, sağınıza solunuza bakınca göreceksiniz dağ gibi duran yerlerin tümü ölmüş insanların cesetleri…”

Çok dikkatli bakılınca aslında iki tarafı ceset yığınları arasında açılmış bir yoldan geçtiklerini görebiliyorlardı.

“Aman Ya Rabbim! Allah’ım bunlar bu nedir böyle?”

“Gardaş, bunların çoğu küçük bebeler, baksana minicik eller, bedenler…”

Koku o kadar artmıştı ki, bir yandan kusuyorlar bir yandan gördükleri parçalanmış bedenler arasında çaresizce ağlıyorlardı. Bu kadar çok bebek bedeninin parçalara ayrılmış olmasına akıl sır erdiremiyorlar, içlerinde duydukları acı adım attıkça ağırlaşıyordu.

“Sefa, kim yapmış bu kadar büyük zalimliği, kim öldürmüş bu sabileri? Kanım dondu adım atacak dermanım kalmadı benim.”

“Bizi nereye getirdin Sefa? Kundakta bebelerin cesetleri var etrafımda, çocukların yaşlıların, kadınların cesetleriyle dolu her yer. Bu nasıl bir rüya, burası nasıl bir dünya?”

“Sadıçlar, anlıyorum sizi ama lütfen biraz daha dayanın. Şu ışıkların olduğu yere varalım biraz nefesleniriz.”

“Çabuk çıkalım buradan, yüreğim de midem de parçalandı.”

Işıklı yolun girişine kadar gelmişlerdi. Herkesin kusmak ve ağlamaktan nefesi kesilmiş, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Şimdi iki tarafında ahşap kulübelerin yan yana sıralandığı, çamur kaplı bir yolun başına gelmişlerdi. Yusuf ve Emrullah kendi aralarında konuşuyor. Mesut olayın şokuyla gökyüzüne bakıyordu. Sefa’ya bağırdı:

“Allah’ın belası biz macera olur diye bu yola girdik. Sen bizi cehennemin ortasına getirdin. Bu nasıl bir rüya, ben uyanmak istiyorum çabuk uyandır beni.”

“Sadıç, sana çok kötü ve acılarla dolu olduğunu söylemiştim. Biraz sabret bunca şeyin bir anlamı olmalı, onu bulmak için buradayız. Lütfen biraz daha sabret daha yolun başındayız.”

“Başlarım yoluna, başında bunca acı varsa sonunda neler var kim bilir?”

Yusuf araya girip, Mesut’u sakinleştiriyordu. Turan yolculuğun başından beri tek kelime bile etmemiş, gördükleri karşısında dili tutulmuştu. Mehmet sürekli ağlıyor, panik halinde sağını ve solunu kontrol ediyordu. Yolculuk Mesut ve Mehmet’i epey etkilemiş, daha yolculuğun başında enerjilerini tüketmişti. Emrullah ve Yusuf diğerlerine göre biraz daha iyi sayılırlardı. Ahşap barakalarla sıralanmış loş ışıklı, çamur yolun başından meydana giriş yapmışlardı. Genizleri yakan o acı koku ortadan kalkmış, onun yerini kulakları sağır eden bir sessizlik bürümüştü etrafı. Bu meydanda hiçbir koku, renk ve diğer duyulara hitap edecek herhangi bir şey yoktu. Gökyüzünün rengi griye dönmüş, etrafta görünen her cisim ve maddenin rengi gri ve tonlarındaydı. Meydanın ortasından geçen yolun iki tarafında dizilen ahşap barakaların içindeki insanlar, ses etmeden yola bakıyorlardı. Bu kadar insanın olduğu bir meydanın, bu kadar sessiz olması çok tuhaftı. Gözün gördüğü yere kadar uzanan bu yolda tek bir çıtırtı bile olmaması tuhaftı. Yolcular kendi seslerinin de kesildiğini, Sefa’ya seslenmeye çalışan Yusuf’un dikkati sayesinde öğrenmişlerdi.

“Sefa, Sefa…” yanında bulunan Emrullah’a bakarak; “Oğlum bu daldı herhalde baksana, beni duymuyor.” Emrullah da anlamsız bir şekilde kendisine bakınca korkmuştu Yusuf. Herkesi durdurdu. Koşarak Sefa’nın sırtından yakaladı. Birbirleriyle konuşuyor ama seslerini duyuramıyorlardı. Hepsi çok şaşırmıştı. Kendi seslerini duyabiliyor ama onun haricindeki hiçbir sesi duyamıyorlardı. Sefa da bu duruma şaşırmıştı. Daha önce bu meydandan geçişlerinde yalnız olduğu için ses olayını kendisi de fark edememişti. Önce nasıl anlaşabileceklerini kararlaştırmış. Bir şey söyleyeceklerse arkadan yakalayıp dürtecek, sonrasında altlarındaki çamura yazacaklardı. Diğer yolda arka arkaya sıralanmak yerine bu yolun genişliğini de kullanarak yan yana sıralanmışlardı. Tuhaf olan sadece seslerin kesilmesi, renklerin griye dönmesi değildi. Her barakanın önünde asılı duran levhada yazılı bir şeyler vardı. Uzaktan bir anlam ifade etmeyen bu levha yakından bakılınca anlam buluyordu. Mesut barakalardan birinin önüne yaklaştı. Önce içeridekilere baktı, sonra levhada yazılanları okudu. Diğerleri de peşine takılıp barakanın önündeki levhaya yanaştılar. Şaşırdılar, birbirlerine baktılar. Buradaki insanlar tek kelime etmiyor, sessizce önü açık olan barakalarda bir vitrini andırır gibi acılarını sergiliyordu. Barakanın önünde duran levhada, o acıların hikâyesi yazıyordu.

Yolcular, artan sessizliğin ve acının sergilendiği yolda ilerledikçe ayaklarında da kalplerinde de dermanın kalmadığını fark ediyorlardı. Yan yana dizilmiş barakaların içerinde öyle feryatlar yükseliyordu ki ne yapacaklarını bilemez bir durumdaydılar. Kimi barakalarda yarı çıplak ayaklarla donmamak için hareket eden çocuklar, diğer barakalarda çamur zeminde yatan çocukların titreyişleri… Yusuf ve Turan hıçkırarak ağlıyor, Mesut bir o barakaya bir bu barakaya koşup gördüğü çocuklara sarılıp ısıtmaya çalışıyor, Emrullah zayıflıktan kemikleri sayılan insanların olduğu bir bakanın içindekilere yönelmiş, sağa ve sola çıkmayan sesiyle haykırıyor;

“Ulan namussuzlar, ulan yok mu şu garibanlara bir el uzatan?”

Mehmet, dayanamayıp yine yere yığılıyordu. Sefa arkadaşlarının bu kadar dağılmasının ilerlemekte büyük bir engel olduğunun farkındaydı. Zorla da olsa arkadaşlarını yolun ortasına tekrar toplayarak, eline aldığı bir çubukla uyarılarda bulunuyor:

“Gardaşlar, yapmayın Allah aşkına. Burada en önemli şey zaman. Burada boşa geçireceğimiz dakikaların bile çok büyük bir önemi var. Siz böyle dağılırsanız, yolun sonunda ne var göremeyeceğiz. Benim bir daha bu ilacı içip, gelip bunları yaşamaya ne gücüm ne de takatim kaldı. Lütfen beni takip edin, ayrılmayın yanımdan.”

Nereye düştüklerinin, nasıl bir vahşetin içinde olduklarının, bunlara kimin sebep olduklarının farkında değillerdi. İliklerine kadar hissettikleri iki duygu vardı; acı ve öfke. Bir Barakanın önüne geldiler. Barakanın içinde sırtüstü yatan bir kadın vardı. Kadının soğuktan donan bedeni ve çıplak olan ayakları kızarmış ve şişmişti. Kadının bedeninin arkasına sığınmış beş ve altı yaşlarında iki tane çocuk… Çocuklar soğuktan titriyor, donan kızarmış ve şişmiş elleriyle birbirlerine sarılıyorlardı.[1]

Tüm yolcular ağlıyor, ellerinden bir şey gelmiyor oluşları sebebiyle dizlerini dövüyorlardı. Bunca insan, bunca küçük beden, ne suç işlemiştiler de bu kadar acıyı yaşıyorlardı? Bu kadar büyük vahşet gerçek olamazdı, bu yaşananlar ancak bir rüya ya da kâbus olabilirdi. Hepsi bu rüyadan artık uyanmak istiyorlardı.

Mehmet gördüğü acılara artık dayanamamıştı:

“Ne olur uyandırın beni. Yolun sonunu görmek istemiyorum. Bu cehennemden kurtulmak istiyorum. Uyandırın ne olur…”

Sesi duyulmuyordu, ama haykırışları ve dövünmelerinden ne anlatmak istedi gayet net anlaşılıyordu. Emrullah ve Turan iki koluna girip kaldırdılar onu. Gözlerini biraz kapatmasını istediler. Tüm yolcular büyük bir pişmanlığın içerisinde ama aynı zamanda gördükleri acıların intikamını alma hissiyle ilerliyorlardı. Önüne geldikleri her barakada farklı bir acı göğüslerini dağlıyordu. Bir önceki acının etkisi geçmeden diğer barakanın acısıyla tekrardan başa saran bir döngüyle karşılarında duruyordu. Hissizleşmeye, öfke ve nefret dolmaya başlamışlardı. Bu meydandaki acılara sebep olanlara aynı acıların bin türlüsüyle yaşatmak, intikam almak istiyorlardı. Görünmeyenler meydanında uzanan yolun sonuna yaklaşmışlar, bir kavşağın sapağına varmışlardı. Sefa arkadaşlarına beklemelerini söyleyip, rengârenk ışıkların uzaktan seçildiği bir duvarın olduğu tarafı keşfetmek için koşarak uzaklaştı. Diğer yolcular tek kelime etmeden oturmuş, derin düşüncelere dalmışken, sefa koşarak tekrara yanlarına gelmişti.

Sefa yolun sonuna gidince seslerin düzeleceğini o yüzden oraya gitmelerini işaret etti. Yolun sonunu kaplayan göğe doğru uzanan kalın bir duvarla karşılaştılar. Sefa seslendi;

“Duyuyor musunuz? Hım, tamam, evet… Çok zamanımız kalmadı. Bu duvarlardan tek geçişin olduğu yer, şu renkli ışıkların olduğu yerdeki kapı. Giriş saatini kaçırırsak epey beklemek zorunda kalacağız. O yüzden hemen birinci cebinizdeki biletleri kontrol edin. Tamamdır… Hızlı olmamız lâzım, oraya kadar koşturacağız.” Mesut bir anda arkadaşlarını durdurdu.

“Gardaşlar ben gelmeyeceğim. Siz gidin…”

“Hayırdır oğlum, Saçmalama.”

“Ben galiba bu rüyanın ve yolculuğun anlamını biraz da olsun anladım. Burada kalıp bu insanlara yardım etmeye çalışacağım. Galiba benim dünyam burası. Eğer tahminlerim yanlış değilse sizler de farklı dünyalarda ayrılacaksınız. Yolun sonuna kadar kim gider bilemiyorum ama benim dünyam burası. Ben acılara ve yaralara en azından rüya bitene kadar melhem olmaya çalışacağım. Uyanınca görüşürüz. Yolunuz açık olsun.”

Sefa,  duruma şaşırmadı. Ama diğerleri afallamış ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Hemen uyardı Sefa;

“Gardaşlar, kapı kapanırsa buraya gelişimizin hiçbir anlamı kalmayacak. Mesut burada beklese de bir şey fark etmeyecek aynı sürede uyanacağız. Hadi yetişelim kapıya.”

Mesutla vedalaşıp hızlıca kapıya doğru koşmaya başladılar. Kalın betonlarla örülü duvarın önündeki küçük kapıya doğru yöneldiler. Kapı kapanmak üzereydi. Sefa tekrardan uyardı:

“Bileti verdikten ve kapıdan içeriye girdikten sonra girdiğiniz dünyanın tüm özelliklerini alıyor ve oradaki insanlar gibi oluyorsunuz. Lütfen buraya bir yolculuk için geldiğinizi sürekli kendinize hatırlatın ve birbirimizden kopmadan ilerleyelim.”

Kapının önünde duran görevliye ellerinde tuttukları biletleri uzattılar. Biletlerin üzerinde bulunan kabartmayı sert cisimle kazıyan görevli biletleri ikiye yırtıp yolculara uzattı. Kazınan yerde silik bir şekilde ‘tevazu’ yazıyordu. Yolcular ‘Gösteri Toplumu Tımarhanesinin’ ışıltılı kapısından girerken, Mesut ‘Görülmeyenlerin Dünyasının’ derin acılarının arasına doğru adım atıyordu.

(…devam edecek)

Enes Can

[1] https://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/iran-sinirinda-afgan-kadin-soguktan-oldu-2-cocugu-donmak-uzereyken-bulundu,-Nv3SHPhEk-y0RxDT4NqRg/6xdrAHOsW0G5nNrlXo-Oow

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Tahir Tarık , 22/03/2022

    Kurgu güzel

  • Tırsak , 21/03/2022

    Ama öncesinde şu uzakta hafiften ışıkları gözüken ‘Görülmeyenler Dünyasını’ geçmemiz gerekecek. O dünyayı geçene kadar hissedeceğiniz şeyler, bir daha bu ilacı içmemeye yemin edeceğiniz kadar ağır şeyler. Sizleri uyarıyorum, birbirimizden kopmadan devam edelim.” tam şuradayım devamını okumaya çok korkuyorum ya biri ölürse? 😱 Ölürse yazarı katil ilan edicem bilginiz olsun:'(

    • Tırsak , 21/03/2022

      Tamam ölmediler sorun yok ama böyle de olmaz ki. Devamı en kısa sürede gelsin çünkü lütfen. Daha neler göreceğiz bakalım. Mesut kalmak isteyince benim gözlerim doldu:'( Olayların içine çok giriyorum, böyle olmamalıydı :(

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir