O günden sonra kahveye uğramaz oldum. Yolda karşılaştığım arkadaşları bir bahaneyle başımdan savdım. İçimden bir ses devamlı: “Oğlum Salih nefsini terbiye et!” diyordu. Bu terbiyesiz nefsin haddini nasıl bildiririm diye düşünürken aklıma bir şey geldi. Kendi kendime: “Şimdi seni rezil edeyim de gör!” dedim. Henüz bahar görmeden vefat eden kız kardeşimin, hatırası olan pembe kordonlu, cicili bicili saati çekmecemde saklı duruyordu. Güzelce sildim, pilini değiştirdim, koluma taktım. Kapıdan dışarı adım atar atmaz yüzüme kanın nasıl hücum ettiğini bugün bile hatırlıyorum. Ama bu zalim nefis karşısında pes etmeyecektim. İş yerinde, camide, gittiğim her yerde, koluma taktığım bu pembe çocuk saatiyle gezmeye kararlıydım. İlk zamanlar elbisemin kolunun içinde saklıyordum. Bazen kendimi zorlayarak bazen bir anlık dalgınlıkla vakti öğrenmek için kolumu sıyırıp bakıyordum… Arkadaşlar arasında ve mahallede her ne kadar alay konusu oldu ise de bunun üstesinden gelmek zor olmadı. Bir zaman sonra alışıldı o zaman ben de alışır gibi oldum. Ama hâlâ bir devlet dairesine, bankaya veya yabancı ve kalabalık ortama girdiğimde yenimin içinde; kolumu yakan, ateşten bir halka gibi, varlığı beni sürekli rahatsız ediyordu. Böyle durumlarda için için kendime kızıyor, kibirle suçluyordum.
Zaman geçti… Hem de nasıl! Kaç kere pilini yeniledim, kaç kere kordonunu -yine pembesiyle- değiştim. Evlendim, çocuklarım, torunlarım oldu fakat hâlâ ilk defa karşılaşıp muhabbet ettiğim insanların yanında saatime bakmaya utandığım oluyordu. Tâ ki iyice yaşlandım, bastonsuz; sokağa çıkamaz, camiye gidemez oldum. Artık insanların pek de dikkat etmediği ihtiyarın biriydim. Tam kırk yıl kolumda taşıdıktan sonra bu pembe çocuk saatini ancak nefsime kabul ettirebildim. Heyhat! Bir gün yine caminin bahçesinde otururken ezana ne kadar kaldı diye kolumu sıyırıp baktığımda içimden bir ses: “Helal sana be Salih! İnsanların alaylarına, şakalarına, garip garip bakışlarına rağmen sırf nefsini terbiye etmek için kırk yıl şu pembe saati kolunda taşıdın ya, harbiden büyük adamsın!” demez mi! Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Zalim nefis, kırk yıllık emeğime sahip çıkıp kendini terbiye etmeye çalışan Salih’in aslında diğer insanlardan ne kadar üstün olduğunu iddia etmez mi? Gözüm döndü: “Zaaliiiiiimm” diye bağırıp, sağ elimdeki bastonu kaldırıp sol koluma vurmaya başladım. Pembe saat paramparça oldu. Nefsim hâlâ: “Helal sana Salih, büyük adamsın!” diyordu. O konuştukça cinlerim tepeme çıkıyor, koluma daha hızlı vuruyor, canımı acıtarak onu susturmaya çalışıyordum. O ise: “Büyük adamsın! Yaşa Salih! Allah yolunda nefsine çile çektiriyorsun!” diyordu. O kadar hiddetlenmişim ki son darbede “çat” diye bileğimi kırdım. Artık hiddetten mi, nefsim karşısındaki çaresizlikten mi yoksa kırılmış bileğimin verdiği korkudan mı bilmiyorum: Oracıkta bayılmışım. Gözümü açtığımda hastanedeydim. Kolumu alçıya alıyorlardı. Bense hâlâ içimden: “Şimdi ne yapacağım? Bu zalim nefsi nasıl terbiye edeceğim?” diye, “ah, vah” ediyordum. Yine imdadıma nenemin vird edindiği sözlerden biri yetişti: Rahmetli nenem intisaplı idi. Dedem de intisap etsin diye çok uğraşırdı. Dedem ne zaman bir kusur işlese, mesela namazını geciktirse, nenem dizlerine vurarak evin içinde dolaşır: “Bir kâmil mürşide varmadan olmaz! Bir kâmil mürşide varmadan olmaz!” der dururdu. Kendi kendime “Ahmak” dedim. “Bugüne kadar bu söz niçin aklına gelmedi.” “Ey be Salih, kuş kadar aklınla kendi nefsini terbiye etmeye kalktın!” Hastaneden çıkar çıkmaz hemen sordum soruşturdum: Kimi, aradığım yeri bilmedi, kimi aradığım şeyi! Nihâyet burayı tarif ettiler, bahçe kapısına gelince hatırladım; – hem şaşırdım hem sevindim- rahmetli nenem dedemi intisap etmeye ikna edince, beni de beraberlerinde alıp bu tekkeye getirmişti. Nenem bizi dışarıda beklerken dedemle sohbete katılmış, sohbetten sonra da ikram sofrasına oturmuştuk. Şimdi şimdi anlıyorum; bu çatı altında yediğimiz helal bir lokmanın, içtiğimiz bir yudum suyun yahut temiz kalpli birinin başımızı okşaması ve yahut aldığımız bir duanın bereketi olmalı ki yedi yaşında ayrılıp gittiğimiz bu kapıya tam altmış yıl sonra geri döndük, elhamdülillah…
Tahir Tarık Balıkçı
5 Yorum