“1970’li yıllar, mahalle kıraathanesi”
Turan’ın Kıraathanesinde kalabalık azalmış, geriye kalan masalarda son çaylar içilmekteydi. Turan kalan masaların uğultularına aldırmadan ışıkları söndürerek mesainin bittiğini haber veriyordu. Son demlik çayın suyunu koyup ortalığı toplamaya başladığı anda, geçmişi neredeyse otuz yıla dayanan dost meclisi de yavaş yavaş kurulmaya başlıyordu. Çocuklukları beraber geçmiş bu adamların, uzun zamandır yaptığı etkinliklerden biri de Turan’ın babadan kalma bu kıraathanesinde kurdukları sofra olmuştu. Mesut ve Raşit diğerlerinden önce gelmiş, dükkânı toplayan Turan’a yardımcı oluyorlardı. Turan çok yorulduğu için diğerleri gelene kadar biraz kestireceğini söyleyip, dükkânı arkadaşlarına emanet etti. Birleştirdiği sandalyelerin üzerine serdiği eski bir battaniyenin üzerine kıvrılıp yattı. Kafasını koyar koymaz uykuya dalan Turan, Raşit’in dürtmesiyle uyanmıştı. Arkadaşları toplanmış, sofra kurulmuştu.
“La Turan o ne biçim horlama, pancar motoru gibi takur tukur horladın durdun.”
“De haydi bak işine, hayatta horlamam ben. Sefa delisi nerede, yine mi gelmedi?”
“Bırak şunu, yine takılmıştır saçma sapan bir işin peşine.”
Emrullah araya giriyor;
“Vırvırı kesin de çayları doldurun hadi, yemek soğuyacak.”
Yemekler yenilip, keyif çayları içilirken kapının tıkırtısıyla birden irkildiler. Turan kapıya yöneldi, perdenin arkasından karanlıkta olan sureti tanımaya çalıştı. Gelen Sefa’ydı.
“La deli nerede kaldın, yine yetişemedin yemeğe.”
“Sadıcım, ne yemeği hele geç içeri; anlatacağım çok önemli şeyler var.”
Sefa nefes nefese kalmış bir şekilde kapıdan içeri girince arkadaşları da şaşırdılar. Çok önemli bir mevzu olmadıktan sonra Sefa gibi gamsız ve ciddiyetten uzak bir adamın bu kadar korkmuş olması şaşılacak şeydi.
“Oğlum rengin bembeyaz olmuş, geç otur bir nefeslen. Kötü bir durum mu var?”
Sefa masaya geçip, bir yudum su içti, gözleriyle tavana baktı, kalan suyu tekrar ağzına götürüp, bitirdi. Arkadaşları ne olduğunu anlayamamışlardı. Sefa gibi her anı neşe ve şakalaşmayla geçen bir adamın bu hale gelmesi için büyük bir olayın yaşanması gerekiyordu. Gözlüğünü çıkardı ve masaya koydu. Elleri titriyordu.
“La çatlatmasana insanı, ne bu halin?”
“Anlatacağım durun biraz kendime geleyim.”
***
“Bugün mahalleden Üzeyir abinin tamirat işini yapmak için atölyeye indim. İşi yetiştireyim diye uzun saatler atölyede zaman geçirince, sağ olsun hanım çay demleyip getirmiş ama çayın yanına şeker koymayı unutmuş. Eve gitmeye üşendiğim için sağıma soluma bakıp şeker aradım. İşin yoğunluğunun verdiği dalgınlıkla, tohumların verimini artırmak için uzun zamandır üzerinde çalıştığım ilacı şeker sanıp çaya atmayayım mı?”
“Abo sadıç ne oldu, zehirlendin mi yoksa? Niye bize haber vermedin?’’
“Yok, sadıç bölme de dinle. İlacı uzun zaman önce oraya koyduğum için anlayamadım ne olduğunu. Toz şekerdir diye attım işte çaya. Kardaşlar çayı içtikten sonra öyle bir yorgunluk ve uyku bastırdı ki anlatamam. Ayaklarımdan derman bir anda kesiliverdi. Atölyedeki koltuklardan birine kendimi zar zor attım. Gözlerine hâkim olamıyor, bir anda bastıran bu tatlı uykunun etkisinden kurtulamıyordum. Çok fazla da direnemedim zaten, yığıldığım koltukta uykuya dalıvermişim. Ne olduysa da o anda oldu.”
Sefa, rüyada gördüklerini anlatmaya çalıştıkça duraksıyor ve derin nefesler almaya çalışıyordu. Diğerleri yaşananlara daha bir anlam verememişlerken, Sefa’nın hüngür hüngür ağlamaya başlamasıyla iyice afallıyorlardı. Sefa’yı sakinleştirip, elini yüzünü yıkatıp tekrar masaya getiriyorlar.
“Uyuduğumu, bir rüyanın içinde olduğumu biliyorum ama sanki bir daha uyanamayacağım ve o cehennemde hapsolup, kalmışım gibi hissetim. Öyle karanlık ve acılarla doluydu ki, uyandığımda vücudum hâlâ titriyordu. Uzun bir süre anlam veremedim yaşadıklarıma. Uyku ve uyanıklık arasında sanki yıllar geçmiş gibiydi ama masada bulunan çaya baktım, hâlâ sıcaktı. Atölyede bir o yana bir bu yana yürüyüp gördüğüm rüyanın etkisini üzerimden atmaya çalışırken, masada bulunan ve toz şeker sanıp attığım ilacı da o zaman fark ettim.”
“Bu gördüklerim rüyadan daha ötede bir şeydi, sadıçlar. Zihnime hücum eden düşüncelerin arasında lavaboya gidip, soğuk suyla abdest alıp kendine gelmeye çalıştım. Başlarda hissettiğim korkunun bir tereddüt ve artan bir meraka dönüşmesiyle, enine boyuna düşünüp ilacı tekrar içmeye karar verdim. ‘Eğer ilaç bunlara sebep olduysa, bir daha içersem tekrar aynı şeyleri yaşarım.’ fikri delilikle de birleşerek zihnimde uğuldayıp duruyordu. Hanıma olanlarla ilgili hiç bir şey anlatmadan, bir çay daha getirmesini istedim. Ama bu sefer temkinli davranarak, yirmi dakika sonra çayı tazelemesi için gelmesini tembihlemeyi ihmal etmedim. İlacı içtikten sonra zehirlenirsem, yirmi dakika sonra gelip beni görecek ve müdahale etmiş olacaktı. Uykunun ne kadar süreceğinin hesabını yapmak için de oturduğum koltuğun yanına bir saat koydum. Korku ve tereddütle ilacı tekrar çaya atıp, yudumladım. Gözüm saatteyken ayaklarımdan yavaş yavaş yukarıya doğru süzülen bir uyuşmanın etkisiyle uykuya daldım. Aynı meydanda, aynı loş ışıklı yolun biraz uzağında başlayan rüya, aynı yerden tekrar ediyordu.”
Raşit devam eden muhabbeti biraz korku biraz da inanmak istemeyişle bölüyor:
“Manyak manyak konuşma. Deli diye diye delirttiniz adamı. Zehirlemişsin işte, şuurunu kaybetmişsin, hayal görmüşsün; neyin dünyasından bahsediyorsun.”
“Sözümü kesme de dinle. Bana da biri böyle bir şey anlatsa, bende inanmazdım ama her içtiğimde aynı dünyada, aynı acı duygularla ve korkularla ilerlemeye çalışıyordum. Dördüncüyü de içip aynı şeyleri yaşayınca bunun bir tesadüf olmadığını anladım. Ne yapacağımı bilemediğim için de yanınıza gelip anlatmak istedim.”
“La gardaşım kaç defa kullandın sen bu ilacı?”
“Sadıç emin olmak ve yolun sonuna ulaşmak için dört defa kullandım. Her kullanışımda sanki bir yıl sürdü yolculuk ama uyandığımda saati kontrol ettim, rüya tam yedi dakika sürüyor.”
“Yani diyorsun ki bu ilacı kullanınca uyuyorsun ve yedi dakikalığına farklı bir dünyaya gidip geliyorsun öyle mi?”
“Sadıç, çok karmaşık bir dünya sanki oyun gibi, sanki bu dünyanın elli yıl sonrasındaki hali. Sen bu oyunda oyuncusun ve ilerlemek için bir şeyler feda ediyorsun. Ama öyle acı ve karanlıklarla dolu ki nefes alacak gücüm kalmadı gördüklerimden sonra. Tam da anlatamıyorum… Ne yapacağımı bilemediğim için sizin yanınıza geldim işte.”
Kıraathanedeki neşenin yerinde soğuk rüzgârlar esiyor, herkes birbirine bakıp, durumu anlamaya çalışıyordu. Aralarından başkası bu hikâyeyi anlatmış olsa belki de inanmayabilirlerdi. Çünkü Sefa’nın bu hale gelmesi için çok büyük bir olay yaşaması gerekiyordu. Sefa sanki bir günde yaşlanmış, tükenmiş, bitmiş gibiydi.
Turan konuşmaları ayakta dinlemiş, olayın heyecanı ve korkusuyla alnı boncuk boncuk terlemişti. Sandalyeyi sefanın yanına çekip, oturdu.
“Sadıcım sen hele şu çaydan iç, biraz nefeslen, Allah aşkına benzin atmış. Sakinleş bakalım bir yolunu buluruz. Madem birden çok kez denedin, bir şey olmadı ve aramızdasın; demek ki bu ilacın bir zararı yok. Her içtiğinde yedi dakikalık bir rüya görüyorsan biz de dener görürüz bakalım doğru mu, değil mi?”
“Ben artık ne yapacağımı, ne edeceğimi bilemiyorum Sadıç; bir akıl verirsiniz diye yanınıza geldim.”
Yusuf suskunluğunu bozup araya girdi.
“Sefa nerde bu ilaç, yanında getirdin mi?”
“Getirdim.” Sağına soluna bakıp ceketini aradı. Sandalyeye astığı ceketinin iç cebinden çıkardığı plastik bir kutuyu masanın üzerine koydu.
“Aha da lanet, bunun içinde.”
Herkes, önce korkuyla baktılar kutuya. Gizemli, korkunç ve içini gıcırdatan bir cazibesi vardı. Sonrasında ellerine alıp kapağını açıp, kokladılar. Yusuf birazını alıp masadaki çay tabağının içine döktü.
“Hakikaten de toz şekere benziyor…”
“Sefa şimdi sen bundan çayına kaç kaşık attın?”
“Sadıçlar bir çay kaşığı kadar attım. Her atışımda yedi dakika süren bir yolculuğa başlayıp, döndüm. Yolculuk hep aynı yerden başlıyor. İlkinde yeri bilmediğim ve çok korktuğum için daha az yol kat edebildim. Ancak tecrübe ettikçe daha ileriye, ikinci kapıya kadar gidebildim.”
“Toplamda kaç kapı var ki?”
“Ha, onu söylemeyi unuttum. Üzerimde hep aynı kıyafet vardı. Beyaz tek tip bir kıyafet. Bu kıyafetin üzerinde dört tane cep, o ceplerin içinde de dört tane bilet var. Her kapıya geldiğinde o biletlerden birini gösteriyorsun ve seni içeriye alıyorlar. Ben ikisini kullanabildim, dediğim gibi gücüm kalmadı tekrardan gidip diğer kapıları görmeye. Ama tahminime göre biletlerin sayısı kadar yani dört tane kapı var.”
“Senin söylediklerinden yola çıkarsak bir kaşık, seni ikici kapıya kadar götürebiliyorsa biz bu ilaçtan iki kaşık atarsak dördüncü kapıya kadar gidebiliriz değil mi?”
“Teorik olarak evet, öyle…”
“O zaman haydi deneyelim.”
(…devam edecek)
Enes Can
5 Yorum