Vuslat Ablanın Çiçekleri

Küçük bir sokağımız var. Sokağımızda farklı ve canlı renklerde boyanmış, az katlı apartmanlar mevcut. Bazılarının rengi solmuş, bazılarının yer yer boyası dökülmüş ama rengârenkler hâlâ, pencere önlerinde ve balkonlarda çiçekler… Çoğunluğu aile apartmanı, dolayısıyla insanlar birbirlerine yakın ve fazla yakınlıkları gereği olabildiğince uzaklar. Herkes birbirini tanır. Kimse kimseyi tanımaz sokağımızda.

Biz dört yakın arkadaşız. Aslında iki kişilik iki yakın arkadaş grubuyuz da denebilir. İki kişiden fazlasını barındıran gruplarda yakınlık kavramı açıklığa kavuşturulamadığı için dengeyi sağlamak zordur. Bu yüzden Cemre ve Hülya, Derya ile olan yakınlığımızı sorun etmiyorlar. Aynı şekilde biz de onların yakınlığını dert etmiyoruz. Bu kombinasyonların en belirleyici özelliği evlerimizin konumlarıdır belki. Çünkü Derya karşımızdaki apartmanda yaşıyor, dolayısıyla ben de Deryaların karşısındaki apartmanda… Cemrelerin apartmanıysa Hülyalarınkiyle yan yana. Ama bunların çok önemi yok. Bir araya geldiğimizde ikişerli gruplar söz konusu olmuyor, dört kişilik tek bir grup oluveriyoruz.

Bir günümüzü diğerinden ayırt etmek için hayli çaba sarf etmemiz gereken yaşantımız Vuslat ablanın bizi evine davet ettiği gün değişmeye başladı. Kızlar annelerinin kaderini yaşar, derler. Bunu kim söylemiş, neden herkes inanmış, bilmiyorum. Annelerimiz, annelerinin kaderiyle kendi kaderleri arasındaki yedi farkı bulmaya çalışıyor, altıncıya gelince duruyorlardı. Sanki yedinci farkı da bulurlarsa ihanet edeceklerdi annelerine ya da kaderlerine. Biz o zamanlar, herkesin kendi kaderini yaşadığını bilmiyor, ne duyuyorsak ona inanıyorduk. Aynalar, annelerimize dönüşme korkumuzu pekiştiriyordu. Bu yüzden göz yumamadığımız her şeyden gözlerimizi kaçırıyorduk. Annelerimizi seviyorduk elbette. Çok seviyorduk ama onların bile şikâyetçi oldukları bir yaşantıyı genetik mirasmış gibi bize aktarsınlar istemiyorduk. Vuslat abla tüm bunlara aklımız ermeye başladığında girdi hayatımıza.

Okuldan çıkmış evlerimize dönüyorduk. Günlerimizin birbirinin aynı olduğunu söylemiştim. Evlerimize gidip annelerimizin yorgunluğunu hafifletecektik. Sonra babalarımız gelecekti, sonra akşam yemeği, bulaşıklar, çaylar, bulaşıklar, kahveler, bulaşıklar… Hep aynı şeylerdi o güne kadar. Ama o gün her gün geçtiğimiz sokaktan her gün geçtiğimiz gibi geçip gitmedik. Yeni açılan ya da bizim daha önce kitap okumak gibi lükslerimizin olabileceğine ihtimal vermediğimiz için fark edemediğimiz kitapçıyı gördük. Tek kelime etmeden girdik içeriye. Ne alacağımız, ne aradığımız, ne sevdiğimiz hakkında bir fikrimiz yoktu. Hayranlıkla bakıyorduk kitaplara, elimiz hep kalın olanlara gidiyordu. Sanıyorum okkalı bir başlangıç yapmak istiyorduk. Elimdeki kitabın kapağına bakarak içeriğini tahmin etmeye çalışırken bize gülümseyerek bakan kadını fark ettim, Vuslat ablayı. Gülümsemesini yorumlamaya çalıştım, komik mi bulmuştu bizi tatlı mı bulmuştu belli olmuyordu. Daha önce hiç karşılaşmamıştık onunla. Biraz durup izledikten sonra yanımıza geldi, okumayı çok seviyorsunuz galiba, dedi. Biz hiçbir şey söylemedik. Cemre evet, dedi. Sonra insanların tanışırlarken konuştuğu şeylerden konuştuk. O da bizim sokağımızda yaşıyormuş daha biz doğmadan evvel, bazı sebeplerden dolayı taşınmak zorunda kalmış. -Bazı sebeplerin, babasını kaybettikten kısa bir süre sonra annesini de kaybetmesi ve ablasıyla başka bir şehirde yaşamak zorunda kalması olduğunu daha sonra öğrendik.- Üç hafta önce geri dönmüş evine. Yalnız yaşıyormuş, artık yalnız yaşayacakmış yani. Minik sohbetimizin ardından elindeki kitapları göstererek kitapçıyı sordu Vuslat abla, ücretini ödeyip gidecekti. Etrafımıza bakındık, geldiğimizden beri bizden başka kimse yoktu. Kitapları rafa bırakıp dışarıya çıktı, belki esnafla sohbete dalmıştır, dedi. Bekledik, bekledik, bekledik… Ne Vuslat abla geldi, ne de kitapçı, biz de aldığımız kitapları yerlerine bırakıp çıktık.

İlk karşılaşmamızdan bir hafta sonraydı galiba, Vuslat ablayla tekrar karşılaştım. Önce özür diledi bir şey demeden gittiği için, sonra da bizi evine davet etti. Ertesi gün okul çıkışı için sözleştik. Söylediğimde kızlar da bu davetten memnun oldular, hepimizin kanı kaynamıştı zaten Vuslat ablaya. Ona küçük bir hediye de götürmek istedik. Çiçek ya da tatlı almayı düşündük ama hangi çiçek ve tatlı olacağına karar veremedik, daha doğrusu onun hangilerini seveceğine. Öyle kararsız düşünüp dururken Derya’nın aklına harika bir fikir geldi. O gün kitapçıda sevdiği ve almak istediği kitapları görmüştük, gidip onları alabiliriz, dedi. Hepimiz sevdik bu fikri.

Evine gidince tekrardan tanıştık Vuslat ablayla. Ona bu ismi vermelerinin çok özel bir sebebi varmış. Çok özel olduğu için hiç anlatmamışlar. O da bize anlatmadı. Çeşitli tahminlerde bulunduk, nasıl cesaret ettik bilmiyorum. Onu incitebilirdi sahte senaryolarımız, hem daha yeni tanışmıştık. Ama incinmedi, belli etmedi ya da. Güzel geçti, saatlerce sohbet ettik, kitaplarını inceledik, tablolarına hayran hayran baktık, çiçeklerini kokladık… Vuslat ablanın bir sürü çiçeği vardı, hepsi de çok güzeldi. En çok hangisini sevdiğimizi sordu, hangi çiçeği seviyorsak ona ismimizi verdi. Siz benim buradaki ilk arkadaşlarımsınız dedi.  Hülya, gülleri çok sevdiğini söyledi yavruağzı minyatür güllere onun ismi verildi böylece. Derya, kurdele çiçeğini, Cemre açelyaları, ben de karanfilleri seçtim. Önemsenmek, hepimize iyi gelmişti. Mutlu ayrıldık yanından.

Sonraki günlerde de sık sık ve uzun uzun görüşmeye başladık Vuslat ablayla, muhabbetimiz derinleşti. Bir süre sonra da her şeyi ona anlatır olduk. En havadan sudan şeyleri anlatırken de en önemli şeyleri anlatırken de aynı ilgiyle dinliyor, asla öğüt vermiyor ama bir şekilde doğruyu bulduruyordu bize. Hülya ve Cemre bir süre sonra sıkıldıklarını söylediler, eskiden olduğu kadar rahat olamadıklarını, Vuslat ablanın her şeyi bilmesinin sinir bozucu olduğunu söylediler ve gelmemeye başladılar. Onlar gelmiyorlar diye güller ve açelyalar solmadı. Vuslat abla üzüldü biraz ama, onlar mutluysa sorun değil, dedi. Biz buradayız, gibi şeyler söyledik üzülmesin diye. Sanki orada olduğumuzu görmüyormuş gibi. Ama bazen söylemek gerekir. Burada olmakla, buradayım, demek arasında fark vardır, dağlar kadardır.

Bu yakınlığımız çok geçmeden ailelerimizin de dikkatini çekti. Vuslat ablanın aklımızı karıştırabileceğini düşündüler, ne anlatıyor size, dediler. Hiç, dedik. Ne denirdi ki zaten. Ama haklılık payları vardı, Vuslat abla sokağımızdaki en farklı kişiydi ve biz onun gibi biri olmak istiyorduk. Tam olarak bundan korkuyorlardı galiba. Ya ona benzersek, ya annelerimiz gibi olmazsak… Vuslat abla çok defa annelerimizi de davet etmişti evine aslında ama onlar türlü bahanelerle reddetmişlerdi bu davetleri. Bilmediğinden korkan insanın, öğrenmeye niyetinin olmaması çok garip.

Aziz zaman su gibi akıp gitti. Vuslat abla bir gün pat diye öldü, evinin perdeleri o sokağımıza gelmeden önce olduğu gibi hep kapalı kalmaya başladı, bir daha hiç açılmadı. Cenazeden sonra çiçeklerini bize verdi ablası, hep sizi anlatırdı bana, dedi. Biz de gülleri Hülya’ya, açelyaları, Cemre’ye verdik. Vuslat abla onlara hiç gönül koymamıştı, bunu da söyledik.

Büyük bir acımız ve küçük bir sokağımız vardı artık.

Vuslat ablanın daha biz doğmadan evvel âşık olduğunu ama vuslata eremediğini,  sokağımızdan ayrılmasının asıl sebebinin bu aşk olduğunu hiç bilmedik. Âşık olduğu kişinin kitapçı abi olduğunu da…

Şadiye Sare Kaplan

 

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • tütün kağıdı , 15/02/2022

    hikâyeyi annemle birlikte okuduk. çok hoşuna gitti. beğendiğini söyledi. ben de çok beğendim hikâyeyi. yazanın kalemine sağlık.

  • Tahir Tarık , 14/02/2022

    Birinci tekil şahıs ağzından hikâye anlatımı; yazmayı beceremediğim ama okumayı çok sevdiğim bir tarz. Galiba doğal insan ilişkilerinde olduğu gibi birinci ağızdan hikâyeyi (okuyor) dinliyor olmak empati kurma şiddetini arttırıyor! Bu da bazı kusurları görmezden gelmemize sebeb olabiliyor. Mesela kimi teknik kusurlarına ve bütün dramına rağmen Tarık Buğra’nın
    “Siyah Kehribar’ı” okunduktan uzun süre sonra bile bal gibi tatlı geliyor…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir