Bir çılgınlık, diyorum, bir çılgınlık yapmak gerek. Topluyorum tüm cesaretimi. Aklıma mukayyet ol ya Rabbi! Ne yapmalı? En son ne zaman yaptığımı hatırlayamadığım çok özlenen bir şey mesela. Ama ben, o eski ben miyim? Yani artık eskisi gibi değilim. Kalbim kaldırır mı böylesi bir heyecanı? Kalp hastası bir ihtiyar gibi hissediyorum kendimi. O yaşta nasıl paraşütle atlama yapar bilmem kaç fit yükseklikten? Olsun, denemeye değer, haberlere afili bir manşetle çıkma riski… yok yok, ihtimali var hiç olmazsa: 65 YAŞINDA PARAŞÜTLE ATLARKEN YERE ÇAKILDI! Macera makyajlı intihar gerilimi…
Tam bu tür düşünceler top sektirirken kafamın içerisinde… Bir mesaj: Sezen Aksu’dan Zalim şarkısı. Gönderen kim? Kaan. Kaan kim? Yıllar önce tamamen tesadüf eseri tanıştığım biri. Tamam, diyorum o an, işte, adı konmamış şu sözüm ona çılgınlık için gereken, şu masallardaki gibi gökten üç elma misali düşüveren bir bahane:
– Ne yapıyorsun bugün?
– Deme abi, heyecanlandırma beni.
– Dedim gitti.
– İşte bu be! Demek sonunda karar verdin… Çıkıyorsun…
– Evet, her şeyi göze aldım, yeter, çok bunaldım.
– Kaçta, abi?
– Bir saate İzmit’te olurum.
Ama bir dakika, emin miyim, hazır mıyım buna? Yani onca zamandan sonra? Yani dışarı çıkmayı unuttuğum bunca zamandır giydiklerimi uygun bir şekilde kombinleyemezsem? Ve bu sebeple o alaycı bakışlara maruz kalırsam? Ya hastalık kapar da evdeki ihtiyar biçarelere bulaştırır, bu sıradan, masum, öylesine dışarı çıkışım bir kelebek etkisine evrilip de onların ölümüne yol açarsa? Ya tembelleşen bacaklarım yolda yürürken birbirine dolanıp da en iyi ihtimalle sendelememe, en kötü ihtimalle acınası bir şekilde düşememe sebep olursa? Ya nicedir arkadaş ortamından uzakta olmanın getirdiği soğuklukla konuşamama, tekleme, kekeleme, muhabbeti götürememe gibi rezaletlerle yaka paça birbirimize girersek milletin içinde?
– Abi, orda mısın, abi?
– Evet evet, buradayım.
– Arda gereksizine de haber vereyim mi, abi? Seni soruyordu ne zamandır.
– Vermediğin kabahat.
– Tamam öyleyse.
Arda… Kaan’ın ahretliği. Kaan’ın gizemli dostu. Kaan + Arda = Selim + Turgut. Formül tamam. Belirsizlik yok. Plan ortada. “Çılgınlık” kelimesinin sözlük anlamının canı cehenneme! 2022 yılındayız. Her şey değişti. Sözlüklerdeki kelimeler bile artık eski anlamlarını yitirdi. Dünyanın içinden geçen bir virüs, ülkenin içine geçiren bir pahalılık, babamın içinden geçmek bilmeyen bir kanser, benim içimden ne zaman geçeceğini bilmediğim bir kasvet. Evet, bir çılgınlık gerekiyordu. Olacak olması gereken: buluşulacak, hasret giderilecek, çay, kahve, sigara, kitap muhabbeti -ki klişesiz olmaz, oh, ne âlâ, o da tamam- sonra olay yeri inceleme ekipleri gelmeden toz olunacak!
Yol boyu mesajlaşıyoruz Kaan’la. Kaan, gündemden geri kalmamam için anbean bana nerede olduğunu ve Arda’nın yerini bildiriyor. Ara ara da benim nerede olduğumu soruyor. Nasıl olduğumu sorsa ya? Neyse, herhalde onu buluşmamıza saklıyor.
Arda’dan durmadan “gereksiz” diye bahsediyor. Ben de ona uyuyorum ve ben de “gereksiz” diyorum Arda’ya. Ve şehir merkezine yaklaşırken kendimi, çok sevdiğim Arda’ya karşı ağza alınmayacak laflar ederken ve sebepsiz yere ona karşı içimde kabaran öfkeyle buluyorum: gereksiz Arda, malumatfuruş Arda, tıynetsiz Arda, iyi çocuktur Arda… “Sebepsiz yere” ve “karşı”… Bu kelimelerin bataklığına öylesine battım ki son günlerde, balçıklarından sıyrılıp kurtulamıyorum, acıyorum kendime.
Buluşacağımız kafeye az kala, yürüyüşümdeki acemiliğimi fark ediyorum çevredeki bakışların etkisiyle. Elimi cebime sokuyorum, olmuyor. Ayaklarım nöbetleşe devralırken kaldırımdaki taşları, insanların nasıl olup da böylesi güzel yürüyebildiklerine şaşıyorum. Sağ sol, sağ sol… Salıyorum bu defa kollarımı. Yine olmuyor. İki yanımda sallanan iki çıkıntı gibiler… Saklanması gereken iki ayıp gibi. Neden böyle bakıyorlar bana? Sanki kollarımla nelere sarılmış olduğumu, ellerimin tüm günahlarını görüyorlar gibiler. En iyisi göğsümün üzerinde bağlamak bu ikisini. Tutukluyorum kollarımı. Bastırıp başlarından sokuyorum polis aracına. Hadi, kodese! Öte yandan tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de en büyük belam gelip kök salıyor beynimin kıvrımlarına. Yine mi? Yine sebepsiz yere, saçma sapan sahneler kuruyorum kafamda. Arda ile Kaan, merhum Ferhan Şensoy hazretlerinin müridânındandır. Zihnimdeki senaryoda üçümüz oturuyoruz. Tam sohbetin bittiği bir anda, bir çıkıntılık ederek, hadi, diyorum, bugün itiraflar günü. Ve ilk itiraf benden: Ferhan Şensoy’u sevmiyorum. Gülmüyorum onun esprilerine. Bayat, ideolojik, sığ, basit buluyorum. İşte böylece saldırıyorum kutsallarına. Deviriyorum putlarını. Birçok kez babam gibi şöyle havalı bir şekilde istifimi bozmadan dişlerimin arasından tam anlamıyla bir erkek gibi tükürmeyi denemiş ama bir türlü başaramamış biri olarak hayalimde beceriyorum bunu ve tükürüyorum bâtıl mabetlerinin duvarına. Onlar ne yapıyorlar peki? Arda, Kış Uykusu’ndaki Levent karakterinin sarhoş olduğu sahnedeki gibi Sheakespeare’den bir sone patlatıp öfkeyle vuruyor masaya ve terk ediyor kafeyi. Kaan’nın yüzünde ise tiksinti ve küçümseme ifadesi… Ve o da tıpkı ahretliği gibi dikerek gözlerini gözlerime, takmadan diğer masalardan masamıza çevrilmiş meraklı bakışları, haykırıyor ve terk ediyor beni: Has…tir be Rıfat Abi! Yalnız kalıyorum masada. Bir sigara yakıyorum sandalyelerindeki boşluklara bakarak. Ve düşünüyorum: Ne Rıfat’ı ayol! O da kim? İsim hafızam cılız, sıska, zavallı! Sonra da gıyaplarında özür dilercesine “pardon” diye fısıldayıp nete küte içileceğini bilemediğim sigaralarımı pata küte yakıyorum art arda.
Neyse ki tüm bunlar beynimin içinde olup bitiyor, ölüp yitiyor, sönüp gidiyor. Tamam, diyorum beynime, tadında bırak, bugünlük saçmalama hakkını doldurdun. Şimdi gerçeğe dönme vakti! Geliyor Kaan. O beyazlığı, bembeyazlığıyla. Geniş omuzları, dik duruşuyla. Delici bakışları, alaycı sırıtışıyla. Yakıyorum gemileri. Ciğer yemişim sanki. Yakalarından tutup sarsarak tüm cesaret bildiren deyimleri, yemişim koronasını virüsünü, gel, sarılalım, diyorum Kaan’a. Anlık bir refleksle geri duruyor ama kırılacağımdan korktuğundan olsa gerek, o belirsiz dudak hareketini yaparak sarılıyor bana.

Ben kahve söylüyorum, Kaan çay. Ben yeni havadisleri soruyorum, Kaan çay. Ben nasılsın diyorum, Kaan çay. Sohbete değil de çaya gelmiş resmen. Çay içmekten fırsat bulduğu zamanlarda aşk hayatından, bozguna uğrayıp evden atılmakla son bulan babasıyla giriştiği savaşlardan, çevresindeki ölüm haberlerinden, içindeki ölüm kalımlardan, kalakaldığı sahaf dükkânından, bir türlü kalamadığı kadınlardan, –Ceylanî avazla- “çölüne kum taşıyan kadınlardan” içtikçe içiyor, çaylardan bahsettikçe bahsediyor. Birbirine karışıyor her şey. Sohbeti içiyor, çayı konuşuyor. Ben seni böyle bırakmamıştım, ne olmuş sana, diyorum Kaan’a. Gülüyor. Tutarlı bir adamdın sen, 18 yaşında kanunen de ruhen de reşitken bırakmıştım seni, diyorum. 18 mi kaldı abi, diyor. Sırıtıyor. Ne diyorsun, diyorum, rakamsal dengelerin dahi şaşmış, ne oldu, diyorum. Bana olan oldu, abi, diyor. Son yazdığı öyküyü okuyor. Sonra bana okutuyor. Sonra ikimiz okuyoruz. Sonra garsona okutuyoruz. Sonra diğer müşteriler okuyorlar. Elden ele geziniyor telefon, her biri farklı ses tonları ve tonlamalarıyla okuyorlar Kaan’ın son öyküsünü. Beğeniyorlar. Tebrik ediyorlar son öyküsünü. Bense öykünüyorum son öyküsüne. Hay Allah’ım, kurtar beni! Çık kafatasımdan şu saçmalama belası! Kalemin gelişmiş, diyorum. Seviniyor Kaan. Öyle seviniyor ki yeniden çay söylüyor. İçiyor, anlatıyor, gülüyor, sinirleniyor ve… Ve birden olduğu yerde nefesi kesiliyor. Zaten beyazdır Kaan. Zaten aktır, beyzadır, paktır Kaan. Hepten kanı çekiliyor, rengi kaçıyor, karşımda şeffaflaşıyor. Cam gibi bir hal alıyor. Sebebi, omzuna değen o beklenmedik el. Öyle sanıyoruz ki o el, kolsuz, vücutsuz, mistik, aslında olmayan, sırrı çözülemeyen bir el. Adam Smith’in buyurduğu o “piyasadaki görünmez el” mübarek. Kaan’la o ele çeviriyoruz bakışlarımızı. Elden kola, koldan omza… Acil bir kimlik teşhisi için omuzdan aşağısına değil, doğal olarak yukarısına bakmaya can atıyoruz o an. Öyledir. Biz insanlar belirsizlikten, metafizikten korkar, çekiniriz. Her şey berrak, görünür olmalıdır. Formüle edilmelidir, rakamlara dökülmelidir, yazılara aktarılıp dondurulmalıdır, kalıplara konup şekil verilmeli, saksılara dikilip kontrol altında tutulmalıdır. Bizler için… Biz insanlar için. İnsan Kaan ve insan ben için. İnsanız ulan biz! Biz de insanız… Şaka mı bu! Neyi var bugün beynimin? Yine nüksediyor afetim. Ne yapayım, dışımdaki dünya öylesine ciddi, doğru ve gerçek ki içimde saçmalamaya, abartmaya, karışmaya ve karıştırmaya ihtiyacım var. Ama son günlerde çok şımarttım sanki beynimi şu saçmalama oyununu onunla sık sık oynayarak. Ama artık yeter! Yüz vermiyorum bu defa. Çevremde insanlar var. Gerek yok tuhaflaşmaya.
Çok geçmiyor, elin sırrı çözülüyor. Arda, o karakteristik gülümsemesini de beraberinde getirmiş. Ne güzel! Cebinden çıkarıyor ve masaya koyuyor. Alın size bir adet gülümseme! Ben hemen alıyorum ve suratıma konduruyorum Arda’nın gülümsemesini. Onunkisinden iyisini mi bulacağım? Ben Arda gibi gülümseyemem. Onunkisi daha genç, daha yakışıklı, daha sevecen. Ama Kaan almıyor kendi payına düşeni. Ödümü kopardın, diyor, altıma ettim korkudan, diyor, ödüm bir taraflarıma karıştı, diyor, “ne geliyosun öyle, aklımız çıktı”, diyor. Artık çay içmeye nasıl kaptırdıysa kendini… Diyor da diyor, içiyor da içiyor.
Üniversite yaramış Arda’ya. Küpesi yakışmış, sanki boyu uzamış, sanki gözleri renklenmiş, sanki havası değişmiş, iklimi ısınmış, kutupları erimiş, oturuşu kalkışı… Yok, onlar aynı!
Yeniyor, içiliyor. Konuşuluyor, kalkılıyor. Hesap ödeniyor, yola koyulunuluyor. Öh! Ne kelime be… Ko-yu-lu-nu-lu-yor. İngilizceye merak saldım salalı Türkçemizdeki zor kelimeler beni gururlandırıyor. Bu kelimeyi bir yabancı bir çırpıda söylesin de göreyim. Hep biz mi çile çekeceğiz kongreculeyşıns derken bir taraflarımızdan terler aka aka. Adiler! Sömürgeci aşağılıklar! Zalim emperyaller! Yeter! Bundan sonrasında geceye, beynimi çıkarıp, yol üzerindeki barlar sokağının girişinde bulunan pislik içerisindeki çöp kutusuna attıktan sonra devam ediyorum. Bu ceza ona da yeter bana da. Dönüşte gelir alırım. Zaten kimselerin oradan alacağını sanmam. Kim ne yapsın benim hastalıklı beynimi! Ama inşallah üstüne tükürmez ya da kusmazlar.
Kitap-kafeye giriyoruz. Neden? Dedim ya, birçok şeye olduğu gibi klişeye de ihtiyaç var. Ama… Al sana bir sürpriz! Kaan’ın şu bitmek tükenmek bilmeyen abilerinden biri… Ben tek değilim yani. Hoş, ne zaman bana, sen teksin abi, dedi ki Kaan? Neymiş efendim, yalnız kalmış da, Kaan neredeymiş de, yanımıza gelecekmiş de, falanmış da filanmış. Kaan, nezaketen soruyor: Hayır diyemedim abi, iyi adamdır, delikanlı bir abimdir, gelsin mi, sorun olur mu? Neden hayır diyemedin, diyorum. Arda, benim için fark etmez diyor. Kaan, borç almıştım da diyor, kıramadım, o yüzden hayır diyemedim. Ben, benden de borç aldın Kaan, beni de kırma, gelmesin, diyorum. Yok, böyle bir şey demiyorum. Ben tıynetsiz miyim yaptığım iyiliği başa kakacak? Arda, bu lafı üstüne alıyor. Alınıyor. Dur, diyorum Arda’ya, geçtik oraları. Basit bir gırgır şamataydı alt üstü.

Kaan, Amerika’nın ülkemiz üzerinde oynadığı oyunlara gelerek Amerikano söylüyor. Benle Arda, İtalya’nın Birinci Cihan Harbi’ndeki yanar döner tutumuna aldırmadan Espresso söylüyoruz. Kaan’ın o tek olmayan abisi geliyor. O da Amerikano söylüyor. Hah, şöyle! Tabii ki Kaan gibi Amerikano söyleyecek. Benimle Arda’nın değil ki, Kaan’ın arkadaşı. Pardon, abisi. Adımı soruyor. Söylüyorum. Kendi adını takdim ediyor. Duyar duymaz unutuyorum. Ah şu isimlerle bitmek bilmez sorunum… Kaan, muhabbetimizin sıhhati için aramızda bir ortak nokta bulma çabasıyla düşünüp taşınmış olsa gerek, sonunda bunu dile getiriyor: Abi, biliyor musun, … abi Selçuk’ta okuyor. Senin mezun olduğun okulda… Ay, diyorum, ne hoş! Bir iki ilgilenmiş gibi yapıyorum. Sonra Rus romanlarından fırlama bir karakter olan bu Kaan’ın tek olmayan … abisini kendi sohbetiyle baş başa bırakıp suskunluğuma gömülüyorum. Kahve içiyorum, susuyorum; konuşmuyorum, susuyorum; su içiyorum, susuyorum. Neden sonra omzumda bir el fark ediyorum. El, benimle konuşuyor: Abi, sen iyi misin? İyiyim, diyorum ele, sen nasılsın? Ben de iyiyim, diyor. Bakıyorum ele. Ne güzel bir el! Neden bu kadar beyazsın, diyorum. Abi, diyor, şu Cemal Süreya şiirinin geyiğini gene yapma, ne olur, diyor. Korkuyorum. Ama bu defa Süreya gibi o elin beyazlığından değil, kendim gibi bu konuşmanın elden değil de ağızdan, hem de Kaan’ın ağzından çıktığını fark ettiğim için. Ha, diyorum, iyiyim, on numarayım. Her şey yolunda. Babam kanser değil, daha nice günler görecek inşallah. Türkiye’nin ekonomisi on numara, ne pahalılık var ne mutsuzluk. Virüsler ve o geberesice varyantları silindi gitti, onlardan da kurtulduk. Çinliler artık köpek ve yarasa yemiyorlar. Nüfus planlamasını da sıkı tutmaya başladılar. Küresel ısınma yok, ozon tabakası keyiften halaya durmuş. Sevgilimle olan uzak ilişkim bitti. Yakın ilişkiye döndü artık. Başarılı ve meşhur bir yazar olarak çalışmama gerek yok ve maaşlı bir köle değilim. Odamda sigara içmeyi bıraktım, artık sabahları leş gibi kokmuyorum. Vücudum tam istediğim formda. Yaşım otuz üç ama görenler taş çatlasın yirmi beş diyor. Ha bir de müjdeler olsun sana Kaan! Stan Lee, Rasim Öztekin, Ferhan Şensoy, Münir Özkul ölmediler. Yaşıyorlar. Elif Şafak’ın da tüm kitapları toplatıldı ve yakıldı. Kendisi de engizisyon mahkemesinde cadılık suçlamasıyla ölüm cezasına çarptırıldı ve o da diri diri yakıldı. Ve son olarak ki bu gerçek; babalar evlatlarını severler. Ama şu var ki hep kendilerince severler. Evlatlarının istedikleri gibi değil, kendilerince…
Kalkıyorum masadan. Tuvalette buluyorum kendimi. Pisuvar, ben ve duvar. Vay be, diyorum kendime, yeraltı edebiyatına yakışır bir kitap ismi… Sevmem pisuvarları. Girdiğim gibi çıkıyorum tuvaletten. Tadım kaçtı, gitme zamanı! Masaya gidiyorum. Evet beyler, benim kumarım biter, diyorum Arda’ya, Kaan’a ve …’a. Arda, gelmesi beklenen ama bu kadar da çabuk beklenmeyen bir hadiseyle karşılaşmış gibi bakıyor bana: Ekrem abi, iki zara yüz bin verdik, diyor. Ve ben, anlamış gibi çaktırmadan gülümserken, soruyorum yine kendime: Ekrem de kimin nesi?
Kalkılıyor, gülümseniyor, sarılınılıyor. Oh be, güzel Türkçem benim. Sa-rı-lı-nı-lı-yor. Hesap ödenecek. Kasa, kartımı kabul etmiyor. Neden, diye soruyorum. Kasadaki kız, kartımın, İslâmcı bir bankaya ait olduğunu, içkili yerlerde geçmediğini söylüyor. İçkili mi! Burasının bir kitap-kafe olduğunu sanıyordum, diyorum. Evet, öyle ama alkol satışımız da var, diyor. Demek ben içerdeyken, diyorum. Vay be, diyorum. Ekşitiyorum yüzümü. O sevimsiz pisuvarınızdan belliydi, diyorum. Efendim, diyor sonuna kendince gözleriyle soru işareti koyarak… Ama kızın imlâsı bozuk, noktalaması güdük. Noktasız bir soru işareti koyduğundan, ben de çizgisiz bir ünlemle misilleme yaparak işi noktaya vardırıp sonlandırıyorum bu münasebetsiz yerdeki varlığımı! Ders olsun bu bana, bir daha girer misin bilmediğin bir mekâna? Allah’tan yanımda nakit var. Nakit, herhangi bir dinî ve ahlâkî kaygısı olmadan işimi hallediyor. Nakitten tiksiniyorum. Öte yandan kartımın ne kadar Müslüman olduğunu öğreniyor ve onunla gurur duyuyorum. Umarım böyle bir karta sahip olduğum için bunun maneviyatıma artı bir getirisi olur, diye umuyorum.
Kaan, beni kapıya kadar geçiriyor. Yok, sevmiyorum bu kelimeyi! Kaan, bana kapıya kadar eşlik ediyor. Hah, böylesi daha nezih. Ve durağın yolunu tutuyorum. Cebimdeki kartımı okşayarak yürüyorum. Gözlerim, normal insanların üzerinde geziniyor. Ne kadar mutlular, diye düşünüyorum. Özellikle bebek arabasıyla dolaşan çiftlere takılıyor gözlerim. İşte, normal insanlar. Normalliğin benim için ne kadar anormal olduğunu düşüne düşüne durakta duruyorum. Durakta yürünmez, durulur. Durup düşünüyorum. Türkçedeki bu durup düşünmek ifadesini düşünüyorum. İngilizcedeki under-stand kelimesinin stand kısmını, Arapçadaki vakfetmek kelimesinin vakf anlamını, Yunancadaki episteme kelimesindeki epi-histanai birleşiminin ikinci kısmını yaşıyor, yaşatıyorum. Huzursuzca, huysuzca kıvranıyor beynim barlar sokağının girişindeki çöp kutusunda. Bakınırken etrafıma, minibüsüm geliyor. Böylesi daha güzel. Beklerken beklemiyor gibi yapmak ve geleni, bir talih sonucu vergi gibi karşılayarak sevinmek… Sevinmeye ihtiyacım var. Biniyorum minibüse. Tutuyorum evin yolunu. Evin… Kanserin… Sıkıntıların… Ah, neredesin beynim; saçmalamana o kadar ihtiyacım var ki! Hoş, sensiz de saçmalıyorum ama seninkilerin tadını vermiyor. Hastalıklı, çöp kokulu beynim, karton toplayıcısı bir gencin yamalı eldivenli eli tarafından altındaki kartonla birlikte alınıp çuvala konuyor. Şimdi elimde bir tek kalbim var. Ama kalbim, bugünkü buluşma çılgınlığının heyecanına eve kadar dayanır mı, bilemiyorum. Ne zamanlar ama! Şöyle bir dışarı çıkıp bir iki dostla buluşup muhabbet etme çılgınlığı… Uzletten izolasyona, çilehaneden karantinaya hicret günahı…
Cüneyt Dal
3 Yorum