Çiçekli Gelinlik

“Çiçekli gelinlik” dedi, Mahsun kendi kendine. Ormanların ve dağların içinde kalan bu tepe, tersine dönmüş bir huniye benziyordu. Zirvesindeki kaya kütlesi kız başına benzediği için dört bir yanından, intizamlı bir şekilde aşağı akan yamaçları; karlar erimeye başlar başlamaz, rengârenk çiçeklerle donanınca, bir gelinlik görüntüsü alıyordu. Mahsun, buraya yolu her düştüğünde atını durdurur, bir arı gibi çiçekten çiçeğe koşar, hangisinin kokusu daha güzel ve daha yoğunsa zarar vermeksizin toprağıyla alır, bazen atının heybesine, bazen de atını koştuğu tahta arabasına koyardı.

Yine, buram buram kokusunu takip ederek bulduğu güzel bir çiçeği, bir bahçıvan ustalığıyla toprağından çıkarmıştı. Ekeceği yeri hayal ettikçe heyecanlanıyordu. Ama ilk önce arabasına yüklediği odunları götürüp, Yolgeçmez köyünde patates karşılığında satmalıydı. Her sene kış gelmeden Sarıkamış’ın bu cömert ormanlarında Alisofu köyünün diğer köylüleri gibi Mahsun da; kurumuş, devrilmiş ağaçları arar bulur, hem kışlık yakacağını temin eder hem de ormandan uzak köylere götürüp hubûbat karşılığında değiş tokuş ederdi. Bu sefer çok iyi odun toplamıştı. Yolgeçmez köyünden en az üç çuval patatesle döneceğini düşünüyordu. Annesi patatesleri görünce çok sevinecekti. Uzun kış mevsiminde üç çuval patates onlar için büyük bir nimetti. Atını dehledi. Gözlerini yummuştu. Ağaç kümeleri ve kaya kütlelerinin ardına saklanıp tekrar çıkıveren sonbahar güneşini  -yüzüyle- ılık ılık içiyordu. Tıpkı ilkbahar aylarında; eriye eriye yukarılara çekilen kar kümelerinden kopup gelen berrak ve soğuk kar sularını lıkır lıkır içtiği gibi…

Bütün köy yollarını bilen atı, yalnızca yol ayrımlarında ne tarafa gideceğine karar verilsin diye duruyor, sahibinin talimatını bekliyordu. O zaman Mahsun gözleri kapalıysa gözlerini açıyor, yahut dalgınsa kendine geliyor, atın dizginini gitmek istediği yöne doğru çekip dehliyor, sonra kendini -tekrar- tatlı hülyalara bırakıyordu. Nihayet saatler süren yolculuk bitmiş Yolgeçmez köyüne varmıştı. Köyün meydanından geçerken onu gören bir kaç köylü:

“İki çuval”, “İki çuval patates” diye bağırdılar. Mahsun gülümsedi. Atını ağır ağır köyün içine doğru sürdü. İyi bir pazarlık yapsa, beş çuval patates alacağı bu odunu, üç çuvala vermeye razıydı: “Üç çuval” diyordu. “Üç çuvala annem de sevinir, odunları alan da.” Köyün içinde dolaşırken, karşıda, evinin önündeki meydanda duran adamı gördü. Adamı tanıdı. Bir iki kere oğluyla alışverişi olmuştu. Adama yaklaşınca durdu:

“Selâmun aleyküm, amca.”

“Aleyküm selâm.”

“Nasılsın? İyi misin?”

“Şükür.”

“Üç çuvala bırakırım bu odunu!”

Adam sustu. Bu çocuğun iyi niyetini sûistîmal etmek istemedi. Fakat bir yandan da Sarıkamış’ın uzun ve karlı kışının meşakkatini düşündükçe ezildi. Mahsun:

“Ali yok mu? Bi baksın, onunlan anlaşırız.” dedi. Adam yutkundu. Bir şeyler söylemek için çabaladığı belliydi. Mahsun tekrar:

“Ali yok mu?”, dedi. Adam konuşmak için zorladı kendini:

“Geçen yaz başında, küçük tarlayı sürerken traktörü devirdi. Beş ay Sarıkamış’ta, hastahanede yattı. Geçen hafta vefat etti. Kader. Allah’ın takdiri böyleymiş.”

Mahsun anladı ki bu adam bütün yaz boyunca evin tek oğlunun peşinde, hastahanelerde koşturmuştu. Evladını kaybetmek korkusuyla bağı bahçeyi ihmal etmiş, fakat işte nihayetinde evladını kaybettiği gibi kapıya dayanmış olan kışa da hazırlıksız yakalanmıştı. Hiç bir şey söylemeden arabasını evin arkasına doğru sürdü. Adam:

“Verecek patatesim yok oğul!” dedi.

Mahsun dinlemedi. Evin arkasına, arabadaki bütün odunu yıktı. Tek kelime etmeden atını sürdü. Biraz sonra köyün meydanından geçerken, bomboş arabayı gören köylüler şaşırmamışlardı. Nice zamandır bu delikanlının; ormandan uzak, bu dağ köylerinde adı veliye çıkmıştı. Kendi köyünde ve akrabaları arasında bazen deli gözüyle bakılan Mahsun’a niçin böyle dendiğini anlamayanlara, köyden bir ihtiyar: “Deli olunmadan veli olunmaz.” demişti.

Mahsun üç değil üç yüz çuval patates alsa bu kadar mutlu olmazdı. Arabası bomboştu ama gönlü sevinçle doluydu. Az önceki alışverişini bilip de bu halini gören, kuşkusuz deli diyecekti. Şimdi tek arzusu mümkün olduğunca erken vakitte köyüne dönmekti. Nede olsa daha zamanı vardı: Yine iyi bir odun yükü bağlar, annesinin istediği patatesi alırdı.

Köye her dönüşünde yaptığı gibi; dizginlerini salmıştı ama atını gayrete getirmekten vazgeçmiyordu:

“Hadi Tipi! Hadi oğlum! Daha hızlı!”

Odun yükünden kurtulan atı rüzgâr gibi gidiyordu. Birden bire:

“Ben iyi adamım.” dedi, Mahsun.

Der demez kıpkırmızı oldu. O kadar şaşırdı ki:

“Sen kimsin?” dedi, kendi kendine. Sanki içinde biri varmışta onunla konuşuyormuş gibi oldu.

Tekrar; “Ben iyi adamım.” dedi, içindeki ses.  Bocaladı. Bu sesi bastırmak için atını hızlandırdı:

“Hadi oğlum! Hadi Tipi! Daha hızlı!”

“Ben iyi adamım.”

“Hadi Tipi! Hadi oğlum!”

“Ben çok iyi adamım!”

“Hadii…”

“Ben…”

“Deh Tipi! Dehhh!”

Mahsun git gide bocalıyor, bocaladıkça hiddetleniyor, duymamazlıktan gelmeye çalışıyor fakat kâr etmiyordu. Aksine, git gide artan bir sıklıkla “Ben iyi adamım!” diyen ses, bir hayale dönüşüyor Mahsun bu hayali kovmaya, kendini kaptırmamaya çalışıyor ama başaramıyordu. Kendini bir an, uzak bir dağ köyünde görüyor, orada köy evinde muhtar: “Alisofu köyünün Mahsun, ne iyi adamdır. Hasan emminin tarlasını sürerken geldi bize yardım etti”, diyor; köy odasının dört köşe divanında muhtarın etrafında oturan köylü, başlarını sallayarak: “He ya Mahsun iyi adamdır.” diye onaylıyordu. Henüz kendini bu hayalden kurtaramadan zihni başka bir sahneye seyirci olarak kaçırılıyor, o sahnede, karlı havada köy okuluna giden yetim bir kız çocuğu görüyor; karlara bata çıka giden küçük kız, üzerinde çok güzel ve pahalı bir montla sınıftan içeri girince sobanın başına toplanmış öğrenciler hemen -meraklı gözlerle bakan öğretmenlerine- “Öğretmenim, öğretmenim, Alisofulu Mahsun aldı. Mahsun abi çok iyi biri.” diyorlardı. Daha bu sahne sonlanmadan zihni başka hayallere kaçırılıyor, onlarca yüzlerce boğuk boğuk  ses “Mahsun iyi adamdır” diyor;  Mahsun durmaksızın giden arabasının üzerinde kan ter içinde kendine gelir gelmez, içinde ki bu sesi boğmak için atına bağırıyor, çağırıyor; kendisiyle mücadele ediyor, kendine kızıyordu.

Durmadan atını dehliyor, bu kötü düşünceden kurtulmak istiyordu. İçindeki ses: “Ben iyi adamım.” dedikçe,  öfkeden şişip şişip kabarıyordu. Artık tahammülü kalmamıştı. İki eliyle kulaklarını tıkamış, yüzünü dizlerine gömmüştü. Sanki bu sesler hücum ettikçe “Ben iyi adamım!” dedikçe, sakladığı bir sırrı elevermek zorunda kalacakmış gibi korkuyor, kendini sıktıkça sıkıyordu. Nihâyet dayanamadı, başını kaldırıp; dağların ve ağaçların içinde gizlenen, orman köylerinin karanlık yollarına, karşısında biri hatta birileri varmış gibi bağırmaya başladı:

“Hayır, hayır yalan söylüyorsun. Sen bir hiçsin. Bunlar, bu anlattıklarının hepsi onundur. Evet hepsi onundur, onun içindir. Tam üç yıldır. Evet tam üç yıldır. Onu gördüğüm günden beri – Hani anasının eteğine tutunmuş tarlaya giderken karşılaştığımız günden beri- hani kör Ayşe dedikleri… Ayşe’yi gördüğüm günden beri… Yemin ederim onun yüzünde öyle bir şey var ki o bizim görmediklerimizi görüyor. Belki, evet belki hepimiz körüz de, o, değil. Asla değil. Yoksa, yoksa ben nasıl böyle olurdum. Eğer her gün atımın yelesini tarayıp, perçemine mavi boncuklar takmışsam, sırf Ayşe için. Eğer bir yetimin başını okşamışsam, onun aşkından. Eğer gidip her sabah câminin avlusunu süpürüyorsam içim Ayşe’yle dolu olduğu için. Eğer karıncaların dolaştığı yollardan atımı geri çevirmişsem onun yüzü suyu hürmetine. Eğer, ormanda vurulmuş bir ceylan gelip önüme düştüğünde, yüzünü avuçlayıp, gözlerinden öptükten sonra  gidip ormanın en kuytu yerlerinde hüngür hüngür ağlamışsam, inanın Ayşe için. Hep onun için. Evet hepsi Ayşe için. Eğer ava gidip de bir tek kuşcağız vurmadıysam istedim ki biri onun kulağına beni fısıldasın:

“Herkes avlanmış, Mahsun bir tek kuş bile vuramamış.” desinler de, onun o güzel yüzünde küçük bir tebessüm olsun. Eğer adım deliye çıkmışsa onun için; veliye çıkmışsa ondan sebep. Ayşe’de bizim gözlerimizden yok. Ama onda öyle bir şey var ki bakın beni ne hale getirdi. İnan olsun, hücum edip beni parçalasanız, etimi lime lime edip doğrasanız ben yine sizi seveceğim. Hepsi ama hepsi Ayşe için ve neyim varsa hepsi onun.”

Bütün bu itiraflar boyunca gözlerinden yaşlar boşandı. Üç yıldır günlünde sakladığı sırrını – köyün âmâ kızına olan aşkını- karanlık yollarda; karanlık ormanlara, kapkara kayalıklara haykırmış, rahatlamıştı. Yüzünü tekrar dizlerine kapattı. Ağladıkça içine tatlı bir sekînet iniyordu. Ayşe’nin hayaliyle, mutlu, ağlamaklı ve rahatlamış bir şekilde gece vakti köyüne ulaştı…  

Bütün kış boyunca, evin işlerini hallettikten sonra son bir kaç yıldır yaptığı gibi kendini köyün hizmetine adadı. Ya komşulardan birinin karla kapanmış kapısının önünü temizler, ya ötekinin hayvanını yemler ya da köy odasında sobayı yakar, çay demler, hizmet ederdi. Ama akşamları yatağına girip yorganı başına çekince, Ayşe’yi hayal eder, hatta  yanında zannederdi. O zaman Ayşe’nin ellerini, avuçlarının içine alır saatlerce onunla sohbet eder, kulağına tatlı tatlı fısıldardı. Bütün kış gecelerini, bu hülyalarla geçirdi.

Havalar ısınıp karlar dağların tepelerine doğru çekilmeye başlayınca, atını ahırdan çıkarıp arabasına koştu. Şimdi ormanda ve dağlarda sayısız çiçek açmıştı. İçinde garip bir heyecan vardı. Çiçekli tepeye ulaştığında atından atladı. En güzel, en hoş kokulu çiçekleri toplayabilmek için tepeyi saatlerce dört döndü. Nerdeyse arabası dolmuştu. Çoktandır bir plan yapmış, kararını vermişti. Bütün bu çiçekleri götürüp, gelin odası olarak hayal ettiği odanın penceresinin önüne; Ayşe’yi gelin getireceği evin etrafına ekecekti. Evet ne yapıp edip annesine açılacak, onu ikna edecek Ayşe’yi istetecekti.

İkindi vakti, artık işi bitmek üzereyken, birden bire göğsüne bir acı saplandı. Yere çömeldi. Gözünden kopan bir damla yaş yanağından süzülüp yere düştü. “Ayşe!” dedi. Yavaş yavaş doğruldu. Atına doğru gitti, içini ezen bir sıkıntıyla arabasına atladı. Şimdi bir an önce köyüne varmak için durmadan atını dehliyordu. Hiç bir şey düşünmüyordu fakat yol boyunca içinde sıkıntı vardı. Köye vardığında akşam ezanı okunmak üzereydi. Köyün mezarlığından dönen kalabalığın arkasında kalan bir kaç kişiye yetişmişti. O, daha ağzını açmadan “Kör Ayşe!” dediler. “Bugün ikindi vakti. Hem de hiçbir şeyciği yokken. Göğsüne giren bir ağrının inlemeleriyle, tutunduğu duvarın dibine çöküp kalmış. Ruhunu oracıkta teslim etmiş. Ardından ne feryat ne figan. Yalnız anası bir köşede sessiz sedasız ağlamış.” Mahsun’un kulaklarına müthiş bir uğultu hücum etti. Ne devamında söylenenleri duydu ne de gözü başka bir şey gördü. Atını mezarlığa doğru sürdü.

Mezarlığa vardığında saat iyice ilerlemiş etrafta kimse kalmamıştı. Işıksız ve yüksek yerlerin mehtaplı gecelerinde olduğu gibi -bu gece, bu mezarlık tepesinde de- aydınlık bir gece yaşanıyordu. Taze kapanmış mezarı buldu. Üzerine kapandı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. İnanamadı, inanmak istemedi. En azından son bir kez yüzünü görmek istedi. Bu istek ona galip gelince, kendini tutamadı. Yeni atılmış yumuşak toprağı eşelemeye başladı. Bir yandan ağlıyor bir yandan kazıyordu. Bazen duruyor karşısında biri varmış gibi sitemli sitemli konuşuyor, dert yakınıyor, ağlıyor, sonra kazmaya devam ediyordu. Uzun bir zaman sonra Ayşe’ye ulaştı. Yüzündeki kefeni açtı. Ayşe’nin yüzünü avuçlarının içine alıp; yüzünü, yüzüne koydu. Sessizce ağladı. Gözyaşları, önce Ayşe’nin göz kapaklarına düşüyor oradan göz çukuruna birikip, bir anda yanaklarından aşağı akıyor, toprağa sızıyordu. Epey zaman ağladıktan sonra Ayşe’yi gözlerinden öptü, dudaklarını alnına koydu; öylece kaldı. Sonra başını kaldırdı. Sanki ağlayan kendisi değilmiş gibi, Ayşe’nin gözlerini, yanaklarını ve yüzünü elleriyle sildi. Kefeni  örterken hıçkırıklara boğuldu. Kendisini gömüyormuş gibi bir ninni ahengiyle toprağı yavaş yavaş üstüne çekti.

Sabah olunca mezarlığın önünden geçen köylüler, Ayşe’nin mezarının üzerini yüzlerce beyaz çiçekle donanmış gördüler. Mezarın sağında, solunda ve ayak ucuna doğru genişçe bir alanda, bir kadın elbisesi gibi yayılan ve mis gibi kokan bembeyaz çiçekleri kefene benzettiler. Hâlbuki Mahsun, dağlardan çiçekli bir gelinlik toplayıp getirmişti Ayşe için…

Tahir Tarık

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Kuşku , 17/02/2022

    Acaba üstü kapalı
    sonu ayrılıkla biten, gerçek bir aşk hikâyesi mi anlatılıyor?

  • Muhammed Hüseyin Esin , 13/02/2022

    Bilemiyorum Altan.
    Korkar oldum, camlarında parlar omzum…

    • Ke(n)di , 15/02/2022

      Düştü hatırıma 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir