Gökten Ecdâd İnse Yeter

Serin bir akşamüstünde güneş kırmızıdan turuncuya çalan bir renk cümbüşü oluşturarak, Erciyes’le kucaklaşmaya yürüyen tepelerin arasında kayboluyordu. Bulutlar saf mavi bir tülün üzerinde yüzüyor gibiydi. Çökmekte olan karanlık, ovanın üzerine ince, koyu bir örtü sermekle meşgulken, bahçelerdeki işlerini bitirmiş olan yorgun vücutların her biri evlerinin yolunu tutuyordu. Nehrin karşısındaki kayısılara dadanmış çocukların neşesi tanıdıktı. Ağaçların yarılmış gövdelerine yapışan çıplak topuklarının çatlaklarla sarılı olması aldırmadan daldan dala sıçrıyorlardı. Hışırdayan kavak ağaçları, keklik sürülerinin zarif sesiyle sarsılırken, gökyüzüne karşı dramatik bir senfoni sunuyordu sanki. Köye giden yola doğru boy vermiş kayanın tepesindeki minik porsuk, palamut ağacının şemsiyesinde oturan iki genci durgun gözlerle süzdü. Rüzgâr tiz bir ıslıkla kısa boylu olanının ensesini yaladı. Genç adam, irkildikten sonra, havanın serinlediğinden şikâyet ederek, kasketini takıp yeleğine büründü. Yüzünde kızıl bir yumuşaklık görülüyordu şimdi. Akik rengi gözlerinin fersizliği bakışlarındaki ince manayı gizleyemiyordu. Vücuduna oranla daha büyük gözüken başı, alnına dökülen kâkülleriyle beraber karmaşık bir ip yumağına benziyordu. Acemi parmaklarıyla dikmeye çalıştığı yeşil çorabının işi bitecek gibi görünmüyordu. Kollarını kucağına düşürdü. Dişleri arasına sıkıştırdığı uzun ot parçasını ufak bir tıslamayla suya bıraktı. Bakışlarını akıp giden ırmağa kilitleyip o kalbini kemiren düşüncelere daldı. Elinden tutup da bir iş göstereni olsaydı böyle mi olurdu? Yemeğini kendisi pişirmek, çamaşırlarını şu suyun kenarında yıkamak zorunda kalır mıydı hiç? O da köyün delikanlıları gibi erkenden baş göz edilip bir yuva kurmayı çoktan hak etmemiş miydi? Ömrünün sonuna kadar her işi yapardı ama başının belası şu iğne iplik yok muydu? Bir türlü dikiş yapmayı beceremiyordu. Bu yüzden çorapları sürekli yırtıktı. Elbiselerinin en sağlam halinde bile üç beş söküğü eksik olmazdı. Ona göre, bir erkeğin en son mecbur kalacağı iş, bir yerinden ansızın peydahlanan söküğü dikmek zorunda kalmaktı. Ne de olsa erkekti ve fıtratı, bir kadının yapacağı işlere karşı kendisine yardımcı olmuyordu. “Bu dünyadaki en büyük ibret belki de benim. İmtihanının göbeğinde kıvranan bir garip görmek isteyenler beni bulmalı” diyerek hayıflandı yine. Soğuk bir yalnızlık duydu yüreğinde. Şuan ırmaktan çıkıp kendisine yaklaşmakta olan Tayyar da olmasa ne yapardı kim bilir?

Tayyar, Feyzi’nin yanına geldiğinde ıslak saçlarını arkaya yatırırken gülümsüyordu. Rahatlamış olduğu her halinden belliydi. Değirmenin, belini büken işlerinden bakiye yorgunluğunu ırmağın sert suyuna dalarak atardı her seferinde. Yine öyle yapmıştı. Kıyafetiyle birlikte girdiği serin su, kaskatı olmuş bedenini yumuşatmakla kalmamış, zihnine keyif verici bir dinginlik de getirmişti.

Mübarek buz gibi olmuş emmioğlu, bir de sen bata çık şuna. Dipçik gibi olursun vallah.” diyerek mırıldandı. Söylenenlerle ilgilenmediği anlaşılan Feyzi, hâlâ elindeki ipliği iğneye geçirmeye çalışıyordu. Büründüğü yeleği, kulaklarına kadar inen kasketiyle küçük bir kayayı andırıyordu. “Hah oldu valla” diye sesini yükseltti sonra. Tayyar dinlenilmediğini fark edince sinirlenmişti fakat bunu belli etmeyip saçlarını avuçlarının arasına alarak bir kez daha ezdi. Feyzi, “Ne didin emmioğlu?” derken bakışlarını onun kalın kaşlarında kilitledi. “Su diyom” dedi. “Kemik gibi olmuş. Azalarımı titretti amma kendime de getirdi. Bir de sen gir diyom.”

Feyzi, yine oralı olmadı. Zihnini meşgul eden bir şey vardı sanki. Boş vermiş bir ifadeyle tekrar elindeki işe yönelerek; “Yok gardaş, ben girmem. Zaten damağım kamaşıyo, gözlerim de bir yanıyo ki sorma. Hasta olacak gibiyim. İyice düşüp de başıma iş almıyayım.” dedi.

Hava kararmaya artık iyice yakındı. Karınlarını kayısıyla dolduran çocuklar çoktan köye ulaşmıştı. Tayyar şimdi sırt üstü uzanmış, tepesinde şakıyan kuşların sesindeki insicama bırakmıştı kendini. Soğuyan vücudundan beynine akın eden kan, her geçen dakika düşüncelerine ayrı bir sivrilik bahşediyordu. Feyzi az önce iç dünyasında yaşadığı gel-gitleri her zaman yaptığı gibi orada bırakarak başını kaldırdı; “Tayyar’ım sen onu bunu boş ver de, şu ırmağın kenarına ne zaman gelsek, aklıma, muhtarın oğlunun deyip durduğu deniz düşüyor. Masmavi imiş, pırıl pırıl akarmış, hele bir gumu, toprağı varmış ki deme gitsin. Sen Gonya’da okudun ya mektebi, söyle hele oranın denizi nasıldı, güzel miydi len?” Tayyar şaşırmıştı. Feyzi’nin yüzüne bakakaldı; “Deniz mi? Gonya’da mı? Gonya’da deniz yok ki guzum.”

Feyzi bu beklemediği yanıt karşısında şaşırmıştı. Dizleri üzerinde doğruldu. “Ney? Orda deniz yoh mu?” derken kekeliyordu. Kelimeler boğazında düğümleniyor, sinirden rengi kırmızıya dönüyordu.

Yok, ne gezer. Başsız kuyruksuz guru toprak işte.” Adana’da var deniz Adana’da…

Gözleri büyümüş, rengi kararmıştı Feyzi’nin. Elinde tutmayı sürdürdüğü çorabı yere bırakıp; “Deme yav. Bu namazsız beni kandırdı öyleyse. Bak sen şuna. Hele cepheden bi dönsün o. Ben ona sormam mı, insanla alay etmek ne demekmiş? Göstereyim ona dünyanın kaç bucak olduğunu. Vay vicdansız vay.” diye homurdandı.

O dönmeden biz cepheye gitmezsek sorarsın hesabını.” dedi Tayyar.

Bu söz Feyzi’nin bulunduğu yerde küçülmesine yetti. “Deme len. Bizi de mi alacaklarmış eskere?” diyebildi usulca. “He ya. Seferberlik başlamış. Halifemiz de “Cihad-ı Ekber” ilan etmiş. Her an bizi de çığırabilirlermiş. İlk önce okuyan bilenleri almışlardı lâkin şimdi; eli silah tutan, sağlığı imkân veren herkesi toplayacaklarmış. Düşmanın biri gidip biri geliyormuş emmioğlu sorma. Bizimkiler de memleketin her bir yerinden asker takviye ediyormuş.”

Feyzi eli çenesinde olduğu halde bir süre düşündü. Memleket sahici bir harbe tutuşmuş fakat o bundan bihaberdi. Sabah akşam koyun gütmekte olan birisinin böylesine vahim bir olaydan haberinin olmaması o zaman insanı için belki de normal karşılanabilirdi. “Demek mesele bu kadar vahim he? Allah memleketi muhafaza etsin” diyebildi. Sonra ani bir hareketle ayağa kalktı. “Gideriz emmoğlu. Gına da yakarız hem elimize. Olmamı?” dedi heyecanla. Bunları söylerken cesur bir ifadeye bürünmüştü. Az önceki şoku üzerinden atmışa benziyordu. Yüzü, yeni açılmış rengârenk bir çiçeğe dönmüştü.

Tayyar da heyecanını daha fazla gizleme gereği duymadı. Göğüs kafesinde bir kelebek çırpınıyordu sanki. Gözleri parladı. Yerinden bir sıçrayışta doğrularak; “Tabiî yakarız gardaş.” diyerek kükredi. “Goşa goşa gideriz hemi de goşa goşaa.” derken düzgün, beyaz dişleri ortaya çıkmıştı. Kucaklaştılar. Şimdi, unutulmuş bir taş yığınını andıran küçük köylerine yönelmişti bakışları. Gurur ve hüzün kalplerinde kol kola bayram ediyordu.

Bir süre konuşmadan beklediler. Feyzi artık elindeki işi bırakmış sormakta tereddüt ettiği soru için uygun bir ânı bekliyordu.

Hadi bitmedi mi işin?” diye sordu Tayyar. Hava bastı, köye dönelim ha ne dersin? Feyzi’nin keyfi kaçmıştı. “Boşver bıraktım zaten, kafam cephede kaldı.” dedi tıslayarak.

Bizi hangi cepheye verirler ki emmioğlu?”

Bilmem

Denizi olsa keşke

Niye?

Üç günlük dünyada bir deniz görmüş olurum efendi, çok mu?

Senin bu deniz sevdan hiç bitmez mi gözümün nuru gardaşım?” diye karşılık verdi Tayyar. Belli ki Feyzi’nin sorusunu pek fazla önemsemişti. Yahut zihninde çok daha başka düşüncelerle mücadele ediyordu, kim bilir?

Ne bilim işte.” diyerek şalvarını topladı Feyzi; “Pek merak ediyom emmioğlu.. Çoban adamım, bir daha ne zaman, nerede deniz görürüm ki?

Bulunduğu yerde bağdaş kurmuş olan Tayyar, bakışlarını ırmağa kilitlemiş olduğu halde konuştu; “Savaşa gidecez Feyzi, yaylaya değil. Hele bir dönelim hayırlısıyla, ben seni götürürüm denize, hemi de Adana’nın denizine…

Feyzi düşünürken, bir yandan da kurumuş otları koparıyordu. Tayyar bu sessizliğin ardından yeni bir sorunun geleceğini anlamış olacak ki Feyzi’nin işini kolaylaştırdı; “Ne oldu ne düşünürsün yine?”

Feyzi cevabı yapıştırdı; “Yav Tayyarım sorma, cepheye gidince ben koyunları kime emanet edecem?”

Tayyar kalın bir kahkaha patlattı. “Dert ettiğin şeye bak. Bizim Süleyman bakar. Hem o da büyüdü geldi artık, bir işin ucundan tutmuş, öğrenmiş olur.”

Feyzi; rahatlamıştı. “Doğru vallaha. Şimdi oldu. Gadanı alırım senin” deyip bir gülücük attı.

Bak cepheden dönüşte denize gitmekten caymak yok ha!”

Yok tabiî

Söz mü?

Söz

Ya cayarsan?

Neyden caydığımı gördün ki şimdiye kadar?”

Heee doğru diyon hiç görmedim. Pek mertsin, yiğitsin. Heç yarı yolda gomadın beni. Allah senden razı olsun. Özünde bir sözün de…” diyerek iç çekti. Hakikatte de öyle değil midi? Tayyar; az konuşur, konuştuklarını tartarak söyler, insanları kırmamak için büyük bir itina gösterirdi. Aldığı medrese tahsili, ona tevazuu öğretmiş, gönül yıkmanın Kâbe’yi yıkmaktan daha beter olduğunu bildirmişti. Her halükarda haklının yanında olur, acı da olsa hakkı söylerdi. Babasının değirmeninde ona yardım ettiği günlerde, köylünün buğday çuvallarını fevkalade bir özenle istif eder, bir avuç dahi olsa ziyan etmeden yerlerine teslim ederdi. Ayrıca küçük yaşında anasız babasız kalan Feyzi’nin de tek dostu olmuş. Ona her yerde sahip çıkmıştı.

Az sonra kuş uğultuları kesildi. Güçlü bir rüzgâr her ikisinin de kıyafetlerini sarstı. Feyzi kesesini toplamaya girişmişti. Tayyar’ın bakışları ise uzaklardaydı. Gönlünde derin bir kasvet belirdi. “Allah hepimizin yardımcı olsun” diye dua etti içinden. Küçük bir gözyaşı dudaklarına doğru sürünerek kayboldu.

O günden bir hafta on gün sonra köy muhtarlığına bir tebligat ulaştı. İlçedeki askerlik şubesinden gelen evrakta, köyde bulunan eli silah tutan, kadın, çocuk ve yaşlıların dışındaki herkes askere çağırılıyordu. Muhtar, köylüyü meydanda toplayıp, yeni kanundan ve bundan sonra neler yapılacağından bahsetti. Üç gün sonra köyün geri kalan gençleri de cepheye uğurlandı. Köy meydanında oyunlar oynandı önce. Sonra kınalar yakıldı. Kur’an okunup dualar edildi. Çantalarına eldiven, yün çorap, kahverengi kunduralarla Kur’an-ı Kerim’ler konuldu. İmam ile muhtar önde, çoğunun bıyıkları yeni terlemekte olan delikanlılar arkada, öylece kazanın yolunu tuttular. Arkalarından su dökülmedi bu kez. Anneler acılarını içine söyleyip, yüreğine akıttı. Dedelerin dudaklarında Ayet’el Kürsi’ler dolaşıp bir nefesle boşlukta kayboldu. Çıplak ayakları tozlara bulanmış çocuklar, ağalarının ardından el sallarken olacaklardan habersizdi. Yola düşmüştü artık onlar. Gidiyorlardı, ilelebet “kalmak” üzere yürüyorlardı.

Kerim Kolat

II. Bölüm

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • celal kuru , 10/02/2015

    Kerim Kolat’ın hikâyelerini iki kapak arasında, bir kitapta okumak da nasip olur inşallah.
    Hikâyenin devamını okumak için iştahla bekliyoruz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir