Dostoyevski’nin “İnsancıklar” isimli küçük hacimli kitabı da acı ve yaşamak üzerine kurgulu bir eserdir. “İnsancıklar”, yazarın, yazı hayatına atıldığı, kaleme aldığı ilk romanıdır. Dostoyevski 24 yaşında bu devasa eseri yazmış, ben ise 22 yaşında okumuştum. Bir yandan kitabı okuyor, bir yandan da kenara notlar alıyordum. Her mektupta sarsılıyor, sendeliyordum. Yazar, eseri mektuplardan oluşturmuştu. Romanın başından sonuna kadar bir mektup gidiyor, bir mektup geliyordu. Ben ise Makar Alekseyeviç ve Varvara Alekseyavna’dan önce o mektupları okuyordum. Elimdeki mektubu okurken bir sonraki mektubun yazılması için de onlara ricalarda bulunuyordum. “Hadi Makar, hadi Varvara!” diyordum. Neticede biz üç kişiydik, onlar ve ben!
Onlar yazıyor, acılarını ve dertlerini, hatta yer yer sevgilerini, düş kırıklıklarını satırlara aktarıyor, ben de İstanbul’da küçük bir odada onlara eşlik ediyordum. Zaman ve mekân farkını Dostoyevski’nin usta kalemi ortadan kaldırıyordu. Yalnız bu kadar mı? Elbette hayır! Yazar, mektupların arasına girip de ara söz kullanmaya ihtiyaç dahi duymamış. Her şey su gibi akıp gidiyordu ve her mektupla ben olayların tam ortasına düşüyordum. Eserin kahramanları uzak bir coğrafyanın insanıydılar. Ama yine de bana -size tuhaf da gelse ey okur- çok tanıdık geliyorlardı. Makar Alekseyeviç, hiç okumamış, hisli ve duygulu bir ihtiyardı. Eğitim görmemişti belki ama bu, onun duyarlı ve gururlu olmasına bir engel teşkil etmemişti. Çabuk kanan ve hemencecik affeden bu adam, nefret diye bir şey bilmiyordu. Kitap gözünüzün önünde sahnelerini bir biri ardına canlandırırken siz Makar Alekseyeviç’i sokak ortasında yürür halde görebilirsiniz. Bu yaşlı adama dikkat edin, çünkü çizmesinin altı düşen, alelade ve fakir bir adamdır. Yani sıradan bir adamdır ve bu filmin de ana karakteridir. Şaşırdınız mı yoksa?
En iyisi ben de sizin şaşkınlığınızdan istifade ederek hemen romanın ikinci ana karakteri olan Varvara Alekseyevna’yı tanıtayım. Bu, aklı başında temiz ve saf genç kız, kendi imkânlarıyla yetinmeye çalışan, bu yetmezmiş gibi bir de başkalarının derdini kendine dert edinen birisidir. Çok narin bir beden içine hapsettiği bu duyguların ötesinde gururlu ve hassas bir kızdır ve yetimdir. Hem biliyor musun sevgili okur, ben yetimleri bir başka severim. Belki de o yüzden Varvara’yı başka sevdim.
Eserde bir de Bay Bikov var ki sormayın gitsin. Mendebur bir adamdır bu. Yeşilçam sinemasında görebileceğiniz bir Erol Taş, Bir Hayati Hamzaoğlu tiplemesi bu adamı hiç sevmedim. Durun da size bir itirafta bulunayım. Bu görgüsüz ve duygusuz, kaba adamı kaç defa mektup aralarında dövesim, ıslak odunla ağzının ortasına vurasım geldi bilemezsiniz. Bir de asabiyken şiddete başvuran tarafı yok mu? İşte beni deli eden bir özelliği de bu zaten. Hani yorulana kadar dövüp, sonrasında dinlenip tekrar dövebileceğim bir tip bu Bay Bikov. Cahil ama cehaletinin ötesinde uyanık, uyanıklığı oranında da parası olan klasik bir Rus sosyetiğidir kendisi. Dedim ya, tam dayaklık bir adam. Bay Bikov’un düşünce ve fikirleri eserin içinde geçtikçe -bir itiraf daha yapayım- çokça yerimden kalktım, etrafıma bakıp arandım “Nerde benim annemin o isabet oranı yüksek terliği!” diye.
Neyse efendim, adam dövme derdimi değil de eseri anlatacaktım size değil mi? Makar Alekseyeviç, Varvara’ya yardım eden fakir bir memurdur ve işi yazıları elle çoğaltmak, temize geçmektir. Geçimini fotokopi makinasının ya da karbon kâğıdının olmamasına borçludur, sizin anlayacağınız. Ki ben, ortaokulda okurken bu karbon kâğıdını daktilo derslerinde çokça kullanmışımdır. Eğer bu eseri o zaman okumuş olsaydım tövbe kullanmazdım Makar Alekseyeviç’i işsiz bırakacak o karbon kâğıtları.
Varvara, Makar Alekseyeviç’in uzaktan akrabasıdır. Dostoyevski, bu iki karakter üzerinden aslında dönemin Rusya’sını ve insanların yaşadığı sıkıntıları anlatır. Fakir insanların yani insancıkların hikâyesini konu alır. O dönemde bu “insancıklar”ın nasıl ekonomik sıkıntılar yaşadığını anlatan yazar, bu sıkıntıların üstesinden nasıl gelinmeye çalışıldığının örneğini de Makar Alekseyeviç üzerinden anlatır. Gerçi Varvara’nın durumu, Makar’dan hiç de farklı değildir. Ama hikâyede işte tam bu noktada bir temel düşünce üzerine bina edilir: Yardımlaşma ve her şeye rağmen paylaşım. Şimdi siz “E, bu hikâyede hiç mi aşk yok?” diye soracaksınız. Hemen cevap vereyim, elbette var. Hatta fazlasıyla var ve bu aşk metinlerin arasına, belki de ikinci üçüncü katmanına serpiştirilmiş vaziyettedir. Zaten bizi çarpan da bu olmuştur. Aşk var ama Makar mektuplarında hep samimi, hep çizgilere riayet eden, kendi dünyasına göre sınırlarını ve çerçevesini bilen bir adamdır. Bu adam elinde olan her şeyi Varvara ile paylaşmaktan haz alır. Ama bu mücadele bir yere gelince takılır, tökezler ve artık gitmez olur. Kaçınılmaz son gelir ve ayrılık iki kişinin gündemine düşer. İşte o mendebur Bay Bikov da tam burada devreye girer. Zengin ve kaba olan bu adam, saf ve temiz olan iki ana karakterimiz arasındaki karaçalıdır. Onların hayatlarından ve paylaştıkça mutlu oldukları küçük şeylerden ve onları anlamaktan çok uzaktır.
Makar’ın üzerinde doğru düzgün bir elbise dahi yoktur. Fakirliği çoğu zaman alay konusu bile olur. Kitabın en çarpıcı sahnelerinden birisini de yazar bu durumu resmetmeye ayırmıştır. Bir gün Makar Alekseyeviç’i, çalıştığı kurumun müdürü yanına çağırır. Biraz korku biraz da telaşla müdürün odasına giden Makar, içeri girmeden önce üstü başına çeki düzen vermek ister. Ceketini iliklemek için bir tane düğmesi kalmıştır. İşte tam içeri girip selam verdiğinde o düğme de yerinden kopar, yere düşer ve Makar Alekseyeviç’in ağlamaklı bakışları arasında müdürün ayakucuna kadar yuvarlanır. Ben bu sahneyi her okuyuşumda o düğmeyi yerden alıp, ait olduğu yere dikmeye kaç defa çalıştım bilemezsin ey okur. Olacak iş mi bu? Yani başka zaman, başka yerde düşseydi olmaz mıydı o düğme? Bu sahne gerçekleştiğinde Makar Alekseyeviç ne kadar üzüldü size anlatamam. Ama size bir şey daha anlatamam, o da benim ne kadar üzüldüğümdür.
Kitabı hâlâ okumadıysanız sizi Makar’ın edebiyat hakkındaki görüşleri ile başbaşa bırakıyorum: “Roman da saçmadır, işsiz güçsüzler okusun diye yazılmış uydurmalar… İnanın bana anacığım, bunca yıllık tecrübelerime inanın. Shakespeare diye bir adamdan söz edeceklerdir size. ‘Görüyor musun,’ diyeceklerdir, ‘edebiyatın Shakespeare’i var’… Shakespeare de saçmadır, hem de saçmalığın daniskası!”
Davut Bayraklı
5 Yorum