II. Bölüm
Lokomotif çoktan kalktı. Makinist, yarı açıkgözlerini uzadıkça uzayan raylara bağlamış olduğu halde bir türkü mırıldanıyor, yardımcısı, kollarını göğsünde bağlamış; başı omzunda uyukluyordu. Sıradan bir tren değildi bu. Arkasına takıp sürüklediği vagonlarda bu kez, elleri nasırlı yüzlerce ana kuzusunu taşıyordu. Uğuldayan zihinlerin çoğu, yüreğinde yarım kalmış oyunların, sevdaların hasretiyle bir hayalden diğerine yalpalıyordu. Rayların giderek çoğalan gürültüsü geceyi ara vermeksizin sarstı. Bu kalın hırıltı, içeridekiler için, bir süre sonra anlamsız bir ritme dönüşen yorucu bir homurtudan başka bir şey ifade etmez olmuştu.
Yolun kenarındaki; nemli, uzun otların arasında pinekleyen boz bir köpek, uykusunu bölen bu sese kulak kabartıp, uzayıp giden demir yığınının ardından uzunca baktı. Başını, patileri üzerine bırakıp, gözlerini yeniden kapadı sonra. Bir gece bülbülü başını göğe erdirmiş, derinden çığlıklar atıyordu dolunaya doğru. Teheccüd namazını henüz bitirmiş olan bir nine, tesbihini bırakarak seccadesinden kalktı. İçerisi, bir kelebeğin kanat seslerinin duyulacağı kadar dingindi. Usulca perdeyi aralayıp, vagonların yarı açık kapılarından zorlukla seçebildiği karartıları süzdü. Ay ışığının, yüzüne vurmakta olan parçalı ziyası, ona olağanüstü bir vakar veriyordu. Eprimiş gözaltları, engebeli bir araziye benzetilebilirdi. İzlemekte olduğu birbiri ardına akan gölgeler, ona simsiyah bir şeridi hatırlattı. Yemen’de yiten oğlu Süleyman, Filistin’den bir kolsuz, bir bacaksız dönen Nizam ve diğerleri… İçli bir nefes verdi. Vatan, dedikleri o kıymet, şimdi yeni hikâyelere yelken açıyordu. Ve o, nefes aldığı sürece buna tanıklık etmeyi sürdürecekti. Alnındaki kalın çizgileri senelerin tecrübesine işaret eden yaşlı kadının dudaklarındaki kıpırtı durmuştu şimdi. Kurumuş parmaklarını taşımakta zorluk çeken ellerini yüzüne sürerken, rayların sesi hâlâ kulağındaydı; “Bu sefer ki yükün pek ağır be oğul” diye mırıldandı. Avuçları, serin bir gözyaşıyla yıkanırken, göz kapaklarından sızan her bir damla teninde yeni bir acıyı palazlandırıyordu. Son kelimesi odanın duvarlarında gezinirken vagonlar bir bir gözden kayboldu. Perdeyi bıraktı. Dudakları yeniden titredi;
“Ya Kayyum, Ya Settar, Ya Tevvab… Sana yöneldik, senin merhametine sığındık! Ya Bâki entel Bâki; gidene selâmet ihsan et, kalana ise rahmet. Âmin”
Yaşlı kadın, feyiz ikliminde cezbeye düşmüş olduğu halde engin bir mana düzlüğünde gezinirken, demir yığını, hırıltısını hiç kesmeden ilerlemeyi sürdürüyordu.
Vagonun kapısına yaslanmış sıska bir asker, bakışlarını karanlığa bağlamış, gönlünü yanık bir türküye yaslamıştı. Yanık sesiyle söylüyor, bedeninin sıcağıyla daha da harlanan bu nağmeye kulak veren arkadaşları, birkaç gün evvel ayrıldıkları evlerine sanki yeniden dönüyordu;
“Havada bulut Yok,
Bu ne dumandır?
Mahlede ölüm yok,
Bu ne figandır.
Şu Yemen elleri
Ne de yamandır?
Adı yemendir Gülü çemendir.
Giden gelmiyor,
Acep nedendir?”
…
İfadelerin derinliğine kendine kaptırıp tek bir noktada mıhlanıp kalmış Feyzi, Tayyar’ın omzundan tutup hızla sarstı; “Len Tayyar! Uyudun mu?” Tayyar gözlerini açmadan cevap verdi;
“Yok, türküyü dinlerim”
“Şu akşam ki çocuk değil mi bu çığıran?
“He ya, kendisi!”
“Pek yaman söylüyo? Kim ki acep, nereden ki”
Tayyar, “Muş’tanmış, adı Nadir.” dedikten sonra yanan gözlerini aralayıp doğruldu, sırtını tekrar arkaya yasladı. Kepini arkaya atıp saçlarını sıvazladı. Onun karanlıktaki belli belirsiz hareketlerini süzen Feyzi; “Nörün len emmioğlu, ağlan mı yoksam, yoksam korkar mısın sen? Görmesin kimse, hele bak koca adama demezler mi oğlum? Adımızı ödleğe mi çıkartacan!” diyerek çıkıştı. Tayyar, Feyzi’nin sözlerine sinirlenmiş olacak ki dizine koyduğu elini kaldırıp; “Ne den sen amcamoğlu, töbe de. Ağlamam yok, dertlendim az. Şu asker türküsünü sol yanıma sol yanıma vurdu. Allah bilir ardında kimlerini koyup da geldi buralara.” dedi. Feyzi’nin bakışları karanlığa mıhlanmıştı. Tayyar’a daha da yaklaşarak fısıldadı; “Allah cümlenin yardımcısı olsun Tayyar’ım. Ben asıl sana şeyi soracam; cepheye varınca bize tüfenk sıkmayı öğretirler de mi len? Bilirsin ben elime bile almamışım bunu.”
Tayyar omuzlarını silktikten sonra; “Bilmiyom ki, öğretirler zâr.” dedi. “Doğru öğretirler.” diye mırıldanarak, ellerini ovaladı Feyzi, üşümüştü. Tayyar’ın önüne atıldı; “Orada birbirimizi kaybetmeyek ha emmoğlu!” Tayyar başını aşağı yukarı sallayarak; “Olur.” diyebildi. Konuşmaları, gölgeler arasından gelen ve peşi sıra büyüyen bir öksürükle kesildi sonra. Kıpırdanmalar oldu. Yemen türküsü çoktan bitmiş, gün ağarmaya başlamıştı. Kızıl bir yumak, hırpanî gözkapaklarını okşarken, ot kümeleri kapının dar aralığından hızla akıyordu. Bedenlerini birbirine yaklaştırmış olan gençlerin yüzleri şimdi şimdi seçilebiliyor, trenin âni yalpalamaları güçsüz başlarının sarsılmasına yetiyordu. Yanan memleketin; karayağız, keder yüzlü çocukları, her bir yürekte ayrı ayrı düşleriyle, mahzun fakat cesaretle, yeni doğan güne bakıyordu şimdi. Kuzular cepheye yürüyordu. Gelibolu kucağını açmış, kuzularını bekliyordu…
Kerim Kolat
Devam edecek…