“Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine…
Yol, hep yol, daima yol…”
F. N. Çamlıbel
I.
Elimde bavul, bahçe kapısının eşiğinde kalakaldım…
…
[Üniversite okumak için köyümden ayrılmıştım. Okudum; hafta sonları ve bütün yaz tatillerinde çalışarak. Elimden geldiğince evdekilere yük olmamaya çalıştım. Dördüncü senenin başında “Okul bittiğinde ne yapacağım?” sorusuna bir türlü -tatmin edici bir- cevap bulamayışım, gitgide bir iç sıkıntısına, sabah akşam sırtımda taşıdığım bir yüke dönüştü. Geceleri daha fazla sigara, daha çok çay… Sabahları daha geç ve uyuşuk uyanmalar… Okula gitmeyi yalnızca önemli derslere hasretme… Gitgide önemli saydığım derslere karşı bir tiksinme… İştahsızlık… Parasızlık… Şekeri bırak… Ekmeği kıs… Gündüzler güneşli ve sıcak; bunaltıcı… Gündüzler rüzgârlı ve serin; bunaltıcı… Gündüzler yağmurlu ve romantik; bunaltıcı… Gece sığınağım… Kâğıt… Tütün… Çakmak… Ateş… Duman… Şiir… “Gece benim ardımda…” Çay… Çay bitiyor… Açık çay… Çay bitti… Haşlama… Şiir… Sabah oluyor… Uyku? “Uyku katillerin bile çeşmesi…”
II.
Dağ ovasının rahminden; yamaca tırmanıp yükselen dolunay, usul usul öpünce uçsuz bucaksız tarlaları, aydınlık gecenin kalbinde, bu ova, bu ırmak bu, tütün kokusu “Yıldızların uzaklığına övgü”dür.
Gece serin… Dolunay güzel… Irmak sessiz… Annemle babam tarlanın başındaki iğde ağacının altında oturuyorlar. Boyumu aşan tütün yapraklarının arasından güç bela ırmağa ulaştım. Kıyıda bir taşa oturup cıgaramı yaktım. Hızlı hızlı içime çekmeye başladım. Birazdan tütün kırımına başlayacağız.
Tarlada, kulağımı tırmalayan bir hışırtı başladı. Annem geliyor olsa gerek. Biraz sonra tepemde bir karaltı belirince ilkin annem zannettim. Fakat dolunayın bir ayna gibi parlattığı ırmakta; bu ince uzun kadın yansıması ne annemdi ne de bir heyula. Heyecanla ayağa kalkıp dönünce, yüz yüze geldik; Cemile. Yusyuvarlak yüzü, ay gibi… Ay gibi iri; kara gözleri… Göz bebeklerinin içinde dolunay titriyor! Bir anda bütün vücudumu ateş sardı. “Beni kaçır Cumali!” dedi. Elim ayağım boşaldı. Hiçbir şey diyemedim.
Uzun süre öylece kaldık. Sessizliğime içerledi. Sonra bir hayal gibi silinip gitti.
Birkaç gün sonra, tütün kırımından dönerken, annem köyde almış başını yürümüş bir dedikoduyu dillendiriyordu; “Sarı Hasan gurbetten dönmüş. İyi de para kazanmış. Şehirden ev almış. Bir de gelir gelmez Cemile’yi babasından istemiş. İlk karısının hastalığı ilerlemiş. Bunca çoluk çocuğa kim bakacak.”
“Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.”
Kendime geldiğimde ırmağın kenarındaydım. Kulağımdaki uğultu henüz dinmemişti. Demek Sarı Hasan! Demek Cemile’yi istemişti! Demek Cemile bu yüzden kaçmak istedi. Bu yüzden bana sığındı. Bu yüzden gözleri ağlamaklı, sesi hüzünlüydü. Ya ben ne yaptım!
“Vay ki gençtim.”
III.
Tütünün, çayın, gecenin ve şiirin tükendiği yerde İstanbul başlar! Ne yapsan kurtulamazsın. Galata Köprüsü’nden atılan oltanın kancası, gönlüne takılmıştır bir kere. Makara döndükçe ister istemez Haliç’e doğru çekilirsin.
Eyüp Sultan, göz aydınlığıdır. Camiye, iskele tarafından, türbelerin içinden yaklaşırım. Kollarımı açar, avuçlarımı caminin dış duvarına yaslar, taşlarını öper, sağ yanağımı duvarına dayarım. Gönlüm mutmain oluncaya kadar öylece kalırım.
Dünyada ki en güzel duygularından biri, ikindi namazını Eyüp Sultan camiinde kıldıktan sonra Saray burnuna doğru uzun bir seyahate çıkmak olsa gerek. Seyahat diyorum çünkü İstanbul’un bir semtinden, başka bir semtine geçerken şehir değiştirmiş gibi olurum. Daha Balat’a gelmeden, Eyüp’te olmadığımı hissederim! Eminönü’ne gelince Balat’ı unutur, Sarayburnu’nu dönerken, güneşin batmasıyla, Eminönü uzak bir belde olur. Sûr-ı Sultânî’yi takip ederek yukarı tırmanırken solda İshakpaşa camiinde soluklanıp akşam namazını kılar, surların dibinden, Ayasofya’nın önünden, geçip, yokuş aşağı inerken yine bir gurbet duygusu ve yalnızlık bürür her yanımı.
“Ben atlara ve uzaklara hayrandım”
IV.
“Gaiblerden bir ses geldi: bu adam
Gezdirsin boşluğu ense kökünde”
Avare avare dolaştım günlerce. Çoğu zaman ne tarafa gittiğimi bilmeden saatlerce yürüdüm. Bazen bir dağın yamacında, bazen büyük bir kayanın üstünde, bazen de ormanın içinde bir ağacın dibinde oturmuş bulurdum kendimi.
Sabahtan akşama kadar olup bitenleri tekrar tekrar düşünür fakat vicdanım bir türlü nefsimi temize çıkarmama izin vermezdi. O zaman belki bininci kez her şeyi yeni baştan ele alırdım.
Tütün kırımı için tarlada beklediğimiz gece, sigara içmek için babamlardan uzaklaşmış, gidip ırmak kıyısına oturmuştum. Birden bire Cemile’yi yanı başımda bulmuştum. “Beni kaçır Cumali!”, demişti. Ne diyeceğimi bilememiş, hem şaşırmış hem de telaşlanmıştım. Çünkü aramızda böyle bir konuşmanın geçmesi, muhtemel bir şey değildi. Evet, ona karşı hiç bir zaman kayıtsız kalmamıştım. Fakat aramızda yedi sekiz yaş vardı. Annem kaç kere kendisini bir iş için çağırmamı istediğinde “Cemile ablanı…” demişti. Bense ne abla demeye ne de yalnızca Cemile demeye cesaret edemez, tâ ki beni fark edene kadar yanına gider, karşısına geçer, göz göze gelir, ne diyeceksem, öyle derdim. O zaman perçemini zarifçe kulağının arkasına alır kalın dudaklarını yayarak, iri kara gözleriyle için için güler bir yandan da elindeki işle uğraşırmış gibi yapıp, “Tamam” derdi. Aynı anda kalbim pır pır eder, utancımdan hemen kaçardım. Şimdi hatırladıkça gözlerimden yaşlar boşanıyor. Yine de, bana her zaman; küçük bir çocuk, daha doğrusu kardeş gözüyle baktığına emindim. Bu yüzden hiç bir zaman Cemile’yle ilgili bir hayal kuramadım ve hayalini kurumadığım bir hayata cesaret edip adım atamadım. Belki evli bir adamın ikinci karısı olmamak için kaçmak istediğini bilseydim, kaçırırdım. Ama o zaman da, beni sevdiği için değil de mecbur kaldığı için kaçtığını düşünür; belki içime kapanır, surat yapar, git gide huysuzlaşır hatta kalbini kırardım! Yok yok yapamazdım! Cemile’yle kardeş kardeş yaşamaya bile razıydım. Yeter ki o üzülmesin.
Uzun zaman kendi kendimi yedim bitirdim. Hele her an Cemile’yle karşılaşma ihtimali aklıma geldikçe göğsüm daralıyor kaçacak yer arıyordum. Onun, dargın bakışlarını kaldıracak gücü kendimde bulamıyordum. Ara sıra başımı alıp gitmeye niyetlendimse de yapamadım. Tam bu sırada üniversite yerleştirme sonuçları açıklandı. Hiç umudum yokken sırf tercih hakkımı kullanmış olmak için yazdığım bir bölümü kazanmıştım. Kalacak yer ayarlama ve hafta sonu çalışmak için iş arama bahanesiyle -ailemi ikna eder etmez- yola çıktım.
V.
Yaz gelmiş, turistler İstanbul’u işgal etmişti. Ara sokaklarda bile yabancı biriyle burun buruna gelmemek mümkün değildi. İstanbul’da ki son günlerimi dolaşarak geçirmek istiyordum. Fakat mümkün mü? Toplu taşıma araçlarını geçtim bütün müzeler, tarihi camiler, sahiller, hasılı kelam bu şehirde, şurası güzel diyeceğiniz ne kadar yer varsa hepsi ağzına kadar tıka basa insan doluydu. Metrodan kendimi kurtarıp dışarı attığımda bile rahatlayamadım. Bir an önce eve varmak için can atıyordum. Artık gecelerimi İstanbul’a peşkeş çekmekten başka çarem yoktu. Gündüzler terli, yapış yapış… Gündüzler kalabalık gürültülü… Gündüzler baygın, pespaye…
Gitgide insanlardan tiksinmeye başladım. Basit bir sebepten dolayı kavga eden, kalp kıran, üç liralık şeyi beş liraya satan, dil bilmiyor diye yabancıdan beş on katı para isteyen, ev kirasını asgari ücretle at başı götüren… Yapan… Eden… Bulan…
“şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivilcelerin”
Gördüğüm bütün çirkin işler karşısında şiir okuyarak, kendimle o çirkin işler arasına kalın bir çizgi çektim!
Güç bela okulu bitirip diplomamı almıştım. Geçen bir sene boyunca kendimle yaptığım kavgaya rağmen, köye dönmekten başka çarem kalmamıştı. Babam pek ses etse de, annem ısrarla dönemi istiyordu. Tam dört senedir köye uğramıyordum.
Tren garı… İstanbul… İzmit… Sakarya… Sakarya’nın ardı Anadolu…
Trenin bozkırların içinden akıp gideren çıkardığı sese kaç gündür ağzıma pelesenk olmuş mısraları -dua niyetine- mırıldanarak eşlik ediyordum;
“Yollar beni vardırın
Gökler tutup kaldırın”]
I.
…
“Ne azap ne sitem bu yalnızlıktan
Kime ne aşılmaz duvar bendedir”
Çocukken ne zaman bir suç işlesem, mesela oyun oynarken üstümü başımı kirletsem yahut arkadaşlarla güreşirken elbisem yırtılsa veya kavga ederken iyi bir dayak yesem; evin önüne gelince bahçe kapısını açar, kapının eşiğinde öylece beklerdim. Tâ ki annem beni görüp telaşlı telaşlı gelip kucaklayana kadar. O zaman güç bela tuttuğum gözyaşlarımı salıverirdim.
Üniversite okuma bahanesiyle çıkıp gittiğim baba ocağına, ana kucağına yıllar sonra geri dönünce yine bahçe kapısının eşiğinde kalakalmıştım. Anacığım oradaydı. Durup dineldim, beni görmesini bekledim. “Oğluuum!” diye üstüme gelirken, bu sefer kucaklaşmayı beklemeden gözlerimden yaşlar aktı.
İçin için sevinmelerin, gülücüklerin ve öpücüklerin karıştığı paylamalar ve sitemler bir kaç gün sürdü.
Dönüşümün şerefine hazırlanan sofralarda annem yokluğum boyunca olup biten havadisleri anlatıp duruyordu. “Bir kaç ay önce belinin ağrısı artınca hastaneye gitmek için şehre inmişler. Hastaneden çıkınca, babam köy otobüsünün kalkacağı meydandaki kahvede pineklemiş; annem köylümüzdür deyip hal hatır sormak için şehre taşınan Sarı Hasan’ın evine uğramış. Kapıyı Cemile açmış. Annemi içeri almış. Sarı Hasan’ın ilk eşi yatalak olduğu gibi aklı pek yerinde değilmiş. Cemile’den başkasını tanımıyormuş. Annemin demesine göre, Cemile, kadıncağıza yemeğini yedirirken sürekli Cemile’ye bakıp gülüyormuş. Cemile havluyla ağzının kenarlarını silerken titrek elleriyle Cemile’nin elinden tutup öpmüş.” Daha fazla dinleyemedim. Güç bela dışarı attım kendimi.
Bahçe kapısından çıkıp yürümeye başladım; aklımda hiç bir şey yoktu yalnız neye veyahut nereye olduğunu bilmediğim bir özlem duyuyordum. Değirmi bir dolunayın aydınlattığı köy yolunda ilerlerken evler, bahçeler ve tarlalar yavaş yavaş geride kaldı. Git gide ıssızlaşan bir bozkırın ortasında yapayalnız yürüyordum. İlerde, dağın eteğindeki düzlükte, tren garı belli belirsiz gözüküyordu. Sahi nereye gidiyordum? Bilmem!
“Bilemem insan nerenin yerlisidir!”
Tahir Tarık Balıkçı
1 Yorum