Bu aralar çok öfkeliyim. Ama öyle böyle değil. Bazen içimdeki öfkede boğulduğumu hissediyorum. Nefes almak için sana kaçıyorum. Toprağına dokunuyorum. Öfkem daha da artıyor. Evet biliyorum, bu nakıslık hem de hamlık. Bu başlı başına gaflet. Ya da sensizlik. Ve tarihin o günden sonra donup kalması. Takvim yaprakları elimde çürüyor. İçimde imkansız bir sevgi kök salıyor. Gözyaşlarım hayatı yumuşatmıyor. Bilakis hayata karşı beni biliyor ve öfkem yine artıyor. Sanma bir başkasına, öfkem tamamen kendime yönelik.
Bazen bir tiyatroda gibi hissediyorum kendimi. Bütün bunların bir oyun olduğunu biliyor ama yine de oyunu kuralına göre oynamaya devam ediyorum. Sahneden inmemek için ne gerekiyorsa yapıyorum. İnsan, kendi yalanına nasıl inanır ve sonra yaşamaya devam eder, hiç bilmiyorum! Sadece insanın daha ne kadar alçalabileceğine dair bir öngörüm yok. Her geçen gün dünyanın derinlerine doğru düşüyoruz.
Sana mektup yazmanın sağaltıcı bir yanı var. Yıllar sonra, yaşadıklarımı otopsi masasına yatırmış gibi hissediyorum. Duygularımı, yaşadıklarımı tek tek kesiyor ve biçiyor, içindeki gerçeği, ben’i görmeye çalışıyorum. İnan hiç de kolay bir iş değil ama nedense bana çekici geliyor. İnsan öncelikle kendine aşıktır derdim de inanmazdın. İnan, çünkü hatalarımıza bile aşığız. Ne kadar bencilce ve kötü olsa da durum bu. Evet, ben de çok üzgünüm.
Bazen insan, bir yere varmak için değil sadece yürümek istediği için yürüyebilir. Bazen de nedensiz yere ruhu üşür. Üşümek için sebebe gerek yoktur. Var olmak yeter. İşte böyle zamanlarda beni benden alman, beni bana unutturman ve kendinle sarhoş etmene ne kadar da çok ihtiyacım var. İnsan, başlı başına bir arzu yumağı değil mi? Bir arzudan diğerine koşarken ölen canlılarız sonuçta. Bu sebeple hep bir yarım kalmışlık hali içindeyiz. Çünkü bir gün arzumuzun peşinden koşarken öleceğimizi biliyoruz. Ölüm işte, son. İmkânın yitimi. Gözlerinin yokluğu… Toprağınla konuşmak…
İçimde tarifsiz bir acı var demiştim. Dillendirmek ya da sana yazmakla geçmeyen bir acı bu. Nefes aldıkça arttığını hissediyorum. Bazen kendime bubi tuzağı kurduğumu sanıyorum. Kendimi tuzağın içinde buluyorum. Sonra da bu acıdan besleniyorum. Bu sebeple hepimiz biraz arabeskiz. Acılarımızı gösterme isteğimiz de bundan. Merhamete ihtiyacımız var. “Geçecek, geçecek” sözlerini duymaya… Ellerimizin tutulmasına… Kısacası avutulmaya… Zaten günlerimiz kendimizi avutmak için çeşitli uğraşlar bulmakla geçmiyor mu? Her avuntu aslında bir unutma. O halde sen de bir avuntusun ve benim kendimi unutmamın sebebisin. Ya da sebebiydin. Hemen kızma, kötü bir şey söylemedim. Bilakis unutmaya ihtiyacımız var ve ihtiyaçlarımız ellerimizi birleştiriyor. Kendimizi unutarak bir olmadık mı?
Bütün bunları yazmış olsam ve sürekli kendime yenilsem de cevap, yani kurtuluş yolu belli. Yol, ayrılıktan geçiyor. Birey olmak ve olgunlaşmak için öncelikle annemizden ayrılırız. Bu ayrılıkların ilki ve diğerlerinin habercisidir. Ayrılmak istemeyen insan ise kemali reddettiğinin farkında değildir. Çileden kaçan insan hamlıktan kurtulamaz. Hangi anne, doğum sancısı sebebiyle çocuk doğurmaktan vazgeçmiş! O halde âriflerin sözüne kulak vermeli; “Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî terk-i terk…”
Sulhi Ceylan
Mezar Saati – I
Mezar Saati – II
Mezar Saati – III
Mezar Saati – IV
3 Yorum