Yazar: Ne efsunkâr imişsin, ey dîdâr-ı hikâyet / Esîr-i aşkın olduk… Hikâye… Her yerde hikâye! İç içe geçmiş sebepler ve sonuçlar silsilesi… Anlatı: kuyruğunu yiyen çatal dil… Yüce yaratıcının bu sanat ötesi yaratımına hayran olmamak mümkün mü? Milyarlarca kahraman, milyonlarca olay, binlerce mekân, yüzlerce zaman, onlarca yöntem… Ne yazarsın, nasıl yazarsın da okuru çekip çıkarırsın kendi hikâyesinden? Bu ne küstah bir iddiadır, ne yaman bir uğraştır ki iz bırakayım dersin zamanda… Suya yazı, göğe söz, ateşe gözdağı… Neyleyim ki bir tütün tiryakiliği gibidir bu yazmak; ne yarar, ne doyurur, ne kanar, ne vazgeçilir. Bir şehvettir ki sonu yok. Bir arzudur ki mantığı yok. Bir vardır ki varacağı yer yok. Gerçeği taklit midir özü yoksa onu boyamak, eğip bükmek mi? Cevabı yok. Yazarın yazdığı mıdır yazı yoksa yazı mı var eder yazarı? Sonuç yok. Yazan mıdır aslolan yazar mı? Yok yok, sorular birbiri ardınca geledursunlar, tüm genelleme ve iddialardan âzâde bir şekilde emin olduğum tek şey, yazabilen bir insan olduğudur yazarın… Bu ses? Bu tanıdık, tekinsiz, sağlıksız fakat hava gibi, su gibi gerekli bu ses… Biçimsiz bedeni, şekilsiz varlığı, kokusuz, dokusuz, korkusuz, tatsız mevcudiyetiyle gelen bu şey… Evet, bu şey geliyorsa, beraberinde hikâyeyi de getirir. Şekil değiştirmede üstüne yoktur. Oyun kurmada ve bozmada ustadır. Yazardan çıkar fakat ondan ayrı bir kişiliği haizdir. Yazarın hem sığındığı hem büründüğü kişiliktir. Yazar, ancak onunla seyahat edebilir kurmaca krallığında. Onun adı…
Anlatıcı: Öyle detay ve ipucu verdin ki tanımışlardır illa. Adımı da söylemene gerek var mı? Benden başkası olacak değil ya!
Y: Öyle, haklısın. Biliyor musun, ne zaman gelsen içimi iki başlı bir his kaplıyor; heyecan ve korku.
A: Nedenmiş o?
Y: Heyecan; çünkü bilirim ki gelişin, bir hikâyeye gebedir. Korku; çünkü eminimdir ki yine üstesinden gelip gelemeyeceğim meçhul bir yaratım sürecinde, vücudum kaskatı bir şekilde, nabzım ine çıka harflerle alt alta, üst üste bir boğuşmaya gireceğim, demektir.
A: Abartma, kaç kez yaptın bu işi. Güzel olmuş, diyen bir okur bile yeterlidir kimi zaman, bilirsin.
Y: Öyle işte de, ne bileyim…
A: …
Y: Eee, susmaya mı geldin yoksa beni izlemeye mi?
A: Ne yapayım?
Y: Ne demek ne yapayım, sen anlatacaksın, ben yazacağım, okur okuyacak.
A: Ha ha, bir şeyi unutmadın mı?
Y: Neymiş o?
A: Editör! Taksim ettiğin işlerde ve atadığın iş bölümünde herkes yerli yerinde ama editör ve yayıncı olmasa hepsi boş değil mi? Yazıklarımızın… pardon, yazdıklarının hemencecik yayınlanıvereceğinden nasıl da bu kadar eminsin! Ya beğenmezse?
Y: Kim, okur mu?
A: Ne okuru be sen de, taktın okura… Editör diyorum editör! Hani şu verdiğin altının sahte mi gerçek mi, altınsa şayet, ayarının kaç olduğunu tespit eden kuyumcu… Hani hayatında hiçkimseyi, ne aileni ne de yârini etkilemek için bu kadar çaba sarf etmediğin nazlı, beğenisi seçkin, burnu hassas, damak tadı eşsiz gurme… Hani…
Y: Yeter, anladık, tamam, formundasın yine maşallah. Gevezelik etmeyi kes de bu enerjini öyküye sakla. Ne adamsın ya!
A: Adam mı? Yüz defa diyorum sana, ne cismim var benim ne cinsiyetim. Kâh inim kâh cin. Bir varım bir yok. Sendenim ama sen değilim. Bir sen vardır senden içeri ya; işte o, benim. Ben ki…
Y: Hasbünallah! Tamam, defol git, ne tat bıraktın ne huzur, istemiyorum ne öykü ne hikâye; ne yazmak ne kurmak…
A: Tamam tamam, sustum. Hadi, başlayalım.
Y: Hadi, başla!
A: Yok, iyice tuhaflaşmışsın sen. Bunadın herhalde yazmadığın süre içerisinde. Dur, hatırlatayım istersen; önce bir hikâye buluyordun. Ardından onu kuruyordun. Sonra bu hikâyeye uygun bir ben uyduruyordun, sonra da yazıyordun.
Y: Oldu paşam! Peki, sen ne işe yarıyordun ben tüm bunları tek başıma yaparken?
A: En önemli işe!
Y: Öyle mi?
A: Öyle… Anlatma işini baban yapmıyordu herhalde!
Y: Babamı karıştırma, gerçi istese de yapamaz artık.
A: Allah rahmet eylesin, o da az usta anlatıcı değildi cidden. Oscar Wilde gibi, dehâsını hayatına harcadı, eserlerineyse ancak onun kırıntısı kaldı.
Y: Öf, tamam artık, neyse ne! Bu defa tıkandım işte, illâ itiraf edip ayaklarına mı kapanayım acziyet içerisinde?
A: İyi de bana bir şeyler verilmedikçe ne yapabilirim ki? Hadi, toparlan, kendine gel. Bir hikâye bul. İnan ona. Sonra öyküsünü kur. Söz, gerisi bende.
Y: Ulan hazır olsa zaten yapacağım. Ancak sağda solda kırık dökük notlar, girişler, girişemeyişler, gelişmeler, gelişememişler, sonuçlar, sonuçlanamamışlar var. Notlarıma girip bir baksan içler acısı; feci bir bombalı terör saldırısının ardından olay yerine varan inceleme ekibinin karşılaşacağı bir sahne gibi… Mehmed Akif’in şiirindeki gibi bir durum: “Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak / Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağnak sağnak.”
A: Tamam tamam, notlarından ilkini bir söyle sen, ne yapacağımıza, nasıl anlatabileceğimize bir bakalım.
Y: Hele şükür… Peki o halde, şöyle, ilki, uzun süredir defterimde. Öğrencilik yıllarımı anlatan bir şey. İyi bir giriş fakat bir türlü gelişemedi.
A: Gönder gelsin. Özellikle bürünmemi istediğin bir kişilik veya takip etmemi dilediğin bir iz var mı?
Y: Yok aslında, sen bilirsin ne yapacağını.
A: Tamamdır, geliyor o zaman, hazır mısın?
Y: Hiç olmadığım kadar!
A: Bosna Mahallesi, günün her saatinde hareketin eksik olmadığı bir öğrenci mahallesiydi. Her yerde emlakçılar, spotçular, marketler ve kafeler mevcuttu. Akşam olduğunda seyyar kokoreççi, balıkçı ve köfteciler, kızlı erkekli gruplarla dolup taşardı. Alâeddin Keykubat Kampüsü’nün tam karşısında yer alan bu büyük mahalle, geceleri vuku bulan elektrik kesintilerinde başka yerlerde pek alışılmadık bir gösteriye sahne olurdu. Sanki herkes bu kesintiyi tetikte bekliyormuşçasına birden pencerelere ve balkonlara fırlar, avazı çıktığı kadar bağırırdı. Bazı anarşist ruhlular elektrik idaresine söverlerken kimisi karşı apartmanlara el feneri tutar, kimi gruplar da gitarla şarkıya benzer bir şeyler mırıldanırdı. Yarın erkenden dersi, işi gücü olan kimileri ise bir hışımla başlarını camdan sokağa çıkarıp ağızlarına ne gelirse döktürdükten sonra, kızdıkları şeyin bir parçası oluverdiklerinin farkına bile varmadan kaçan uykularının yollarını bir kupa kahveyle ve ara sıra ağızlarına gelen küfürlerle gözlemek gibi sonu başarısızlıkla bitecek bir metoda başvururlardı. Bu tuhaf seremoni, sokağı alaca renkle aydınlatan polis arabasının ışığı fark edilene dek sürerdi. Elektrikler geldiğindeyse herkes normal kimliğine bürünür, mahalleyi yine pek eğreti bir ciddiyet kaplardı.
Ara sıra olduğundan başka bir kimliğe bürünüp o yabancı ruh halindeyken özünde birikmiş tüm sıkıntıyı atmasını bu mahallenin sakinleri gayet iyi bilirlerdi. Sınırlı bir bütçeyle, ailelerine yük olduğunun bilinciyle, üniversite sonrasındaki muhtemel işsizlik sorunuyla, işi gücü öğrenci aşağılamak olan kaprisli hocalarla, anlayışsız ev sahipleri ve mülk patronu edasındaki geçimsiz kapıcılarla yaşama zorunluluğu, tuhaf gibi görünen bir takım yöntemlerle rahatlamayı zorunlu kılıyordu… Nasıl, iyi mi böyle?
Y: Ah beee, ne giriyorsun araya, devam etseydin ya, ne güzel gidiyordun!
A: Yahu bi’ şey mi dedik, onaylanmak istedim alt üstü.
Y: Tamam canım benim, iyi de büyüsü kaçıyor, soğuyor, intikam değil bu, okura dumanı üstünde sunulması gereken bir yemek.
A: Hay şimdi okuruna da sana da… İyi, devam ediyorum.
Y: Lûtfetti beyzâdem, bi’ zahmet…
A: Ne diyordum?
Y: …tuhaf gibi görünen bir takım yöntemlerle…
A: Evet, yöntemlerle rahatlamayı zorunlu kılıyordu…
Y: Evet.
A: Evet…
Y: Kaldın, değil mi?
A: Kaldım vallahi.
Y: İyi halt ettin!
A: Rica ederim, ne demek.
Y: Dua et cismin resmin yok, yanımda olsan şuracıkta boğardım seni.
A: Sen beni ilham perisiyle falan karıştırdın herhalde. Kendi kısırlığının ve iktidarsızlığının faturasını bana kesmeye devam edersen istifamı verir, çıkar giderim, kalırsın öyle.
Y: İyi, tamam, takılmaya da gelmiyor sana artık… Bak, panik yok, bir girişim daha var. Hem bu defa beni taklit edebilirsin. Daha az zahmetli.
A: Peki, neyle ilgili?
Y: Aşağı Hereke’nin E-5’ten görünümüyle ilgili. Resim bu!
A: Hmmm… Başlıyorum.
Y: Lütfen…
A: Hereke viyadüğünden ne zaman geçsem içimi tuhaf bir ürperti yoklar. O harabe Sümerbank binası, her an bir cinayet işlenecekmiş gibi duran tarihî Hereke kalesi; şirin bir sahil kasabasını andıran bu beldenin hep görünmeyen bir yüzü olduğuna dair önyargılarımı körükler. Sanki her an bıçaklayacakmış veya bıçaklanacakmış gibi duran tekinsiz gençler yaşar orada. Sanki geceleri, etrafında köpeklerin tavafı eşliğinde mesai yapan karton ve plastik toplayan yaşlıları vardır. Ne var ki ne girmişliğim vardır içine ne de bu yönde bir niyetim. İçerisinde bulunursam gizemini kaybedecekmiş gibi hissederim. Öyleyse neden bu denli etkiler burası beni? Herhalde güzel bir hikâye için muhteşem bir mekân olabilirliğidir sebep…
Y: Güzeeel… İyi bağladın bak sonunu.
A: Hay ben senin!
Y: N’oldu?
A: Yav bu defa da sen girdin ya araya!
Y: Bana bak, beni çıldırtma, fena bir şey mi dedim, iyi gidiyorsun anlamında…
A: İyi de nasıl toparlayacağım şimdi? Kaçtı konsantrasyonum.
Y: Başlatma şimdi konsantrasyonundan bilmem neyinden, anlatıcı bir vesileyle giriversin oraya ve başlasın hikâye.
A: O öyle olmuyor işte, öyle kolaysa gel sen anlat.
Y: Amaaan, boşver, zaten geçenlerde girdim ben Hereke’ye. Gizemi kalmadı açıkçası.
A: Bak, gördün mü; hem pek de inanmadığın bir konu veriyorsun bana hem de en üst düzey performansı bekliyorsun.
Y: Tamam, uzatma. Saat kaç oldu yaa, şaka gibi.
A: Tamam mı devam mı?
Y: Devam ulan, inadına devam, çıkacak bu gece bir şey.
A: Ya sabır! Umarım…
Y: Bak, sanatsal, derin, felsefi bir şeye ne dersin? Notları iletiyorum sana. İlerisinde heyecan verici bir şeyler çıkabilir bence.
A: Bak sen… Merak ettim doğrusu. Bekliyorum… Hah, geldi. Başlıyorum.
Y: Süper!
A: Yalnızca iki seçenek arasında bırakılan her insan, ölümün gösterilmesi suretiyle sıtmaya razı edilen her can, illa ki birini diğerine tercih edecek diye bir kaide mi var? İşte, misal şu yol ayrımının tam ortasındaki refüje kafadan dalan siyah araç, bu kahramanlığın bir örneği değil de nedir? Ne sağ ne sol… Tam ortası, diyerek canını ve malını hiçe saymak pahasına yiğitliğe attığı imzanın özgünlüğü, bu eylemi kutlamak için toplanmış polis ve sağlık görevlilerinin eteklerinde çalan zil seslerinden belli değil mi? Hatta bu cümbüşü, civardakilere de duyurmak istercesine avazı çıktığı kadar bağıran çığırtkan sirenler, disko toplarını andıran yanarlı dönerli ışıklar, hadisenin, mekândan bağımsız olarak zamanda da asılı kalmasını sağlamak arzusunda olduğu her hallerinden belli yerel bir haber alma teşkilatının muhabir ve kameramanı… Hepsi ve her biri, bu dondurucu ve ıslak kış gecesinde; mükemmeliyetçi, ayrıntıcı ve şaşırtıcı derecede ressamın tablosundaki yerlerini özenle almış durumdalar. Ben mi? Ben sadece basit bir figüranım. Vakanın yanından, tutku kırmızısı aracıyla geçip gitmekte olan bir sürücüyüm. Ne ismimin ne de cismimin bilinmesi büyük resme katkıda bulunuyor. Zaten bu sebeple aracın içerisinde görünmüyorum. Öte yandan, ressamın, beni çizme tenezzülünde bile bulunmamış olması, olmadığım anlamına gelir mi? İşte varım ve bu hikâyeyi size anlatıyorum. Çünkü tıpkı Ende’nin dediği gibi, ancak hikâye anlatarak geçmişi değiştirebiliyorum. Şu anda bu tablonun bulunduğu sergiyi ziyaret eden siz sanat severler! Çerçevenin dışından istediğiniz kadar bakın, izleyin, yorumlayın, tartışın… Ressamın imzasına ve fırça darbelerine tutsak bir şekilde vardığınız her yargı, boyaların ve renklerin vücuda getirdiği “var olmak” illetinin hışmına uğramadığınızdan, sizce değerli gibi görünüyor. Birer hayvansever olarak hayvanat bahçesini gezer gibi bizleri çevreleyen pahalı çerçevelerin önünden geçip giden siz sanatseverler… Benim kan kırmızısı arabamla geçip gitmemdeki soğukkanlılığımı eleştirirken ne kadar da komik bir durumdasınız, bir bilseniz!
…
Y: Sustun?
A: Diyorum ki…
Y: Deme, devam et anlatmaya.
A: Diyorum ki bugün kurguda ısrar etmesen mi acaba? Olmuyor işte. Belki de bugün deneme havandasındır? Denemeye ne dersin, ha? Güzel bir fikir yazısı iyi olmaz mı sence de?
Y: İyi de denemede sana ne ihtiyacım var ki? Okur ile yazar arasına girecek bir anlatıcı olsa olsa denemenin samimiyetini zedeler. Öyle değil mi?
A: Bilmem, öyle mi?
Y: Öyle.
A: Allah aşkına, merak ettim, bir deneme denesene ben de göreyim. O çok kıymetli okurunla baş başa…
Y: Kıskançlık seziyorum?
A: Yok yok, valla bak, merak ediyorum, gıkımı bile çıkarmadan izleyeceğim.
Y: Tamam, dikkatimi dağıtma, yeter.
A: Söz.
Y: Peki… Doğduğu yerde doyan insanların bu konudaki hislerini hep merak etmişimdir. Düşünün, aynı yerde doğuyor, büyüyor, okula gidiyor, işe giriyor, evleniyor, aile geçindiriyorsunuz. Hatta yine bu yerde yaşlanıp ölenler… Tıpkı bir ağaç gibi, bitki gibi. Gerçekte olmayan köklerini tanıdık bir toprağa saplayıp salan insanlar, ne hissederler, nasıl düşünürler? İyi ve kötü anılarının her yerine sinip bulaştığı kenar köşeleri tanımak onları rahatsız mı eder mutlu mu? Sevdikleri kadar nefret ettikleri insanların da olması ve onlarla aynı atmosferi solumak, sağda solda karşılaşmak, selamdan kaçınmak onları boğmaz mı? Ya da inançlarının, yaşam tarzlarının, düşüncelerinin değişmesi hâlinde tek çıkar yolun mücadele için kılıç kuşanmak olduğu gerçeği onlara güç mü verir yılgınlık mı? Aile, iş, duygusal nedenler, bir kişiyi ömür boyu bir yere mahkûm edebilecek kadar sağlam sebepler. Fakat sırf bir toprağın gönüllüsü olmak nasıl bir histir? Haklı çıkarmaya çalıştığım, “vatanım rûy-i zemin, milletim nev-i beşer” lakırdısı değil ancak bu bahsettiğim durum üzerinde düşünmeye değmez mi? Yoksa ben mi gereğinden çok bir dikkatle duruyorum meselenin üzerinde?
Giresun’un Görele kazasında doğdum. Annem, aslen Gaziantepli olup Adana’da büyümüş. Babamsa Tokatlı. Memur bir ailenin çocuğuydum. Annem de babam da öğretmendi. Tayinlerini, babamın memleketi Tokat’a aldırdıklarında henüz 3 yaşındaymışım. Üniversite için Konya’ya, yaşamak için İzmit’e, çalışmak için de İstanbul’a yolumun düşmesiyle bir yere bağlanamaz oldum. Hele iş sebebiyle ara ara çıktığım yurtdışı seyahatlerinin bende bıraktığı his, gerekirse dünyanın birçok yerinde yaşayabilirim, olmuştu. Büyük ve yeni şehirlerde Allah’tan başka bir güvenceyi kalbinde hissetmemeyi, tanıdık bildik bir akraba olmaması sebebiyle hayatından yalnızca kişinin sorumlu olmasını, yaşamı ancak ebeveyn ve birkaç dost ile paylaşmanın huzurunu o zamanlarda tattım. Kalabalıklar içerisinde tanınmamak, bilinmemek kadar insanı iyi hissettiren bir mutluluk pek az tarif edebilirim. Belki de bunun sebebi, olgunlaşırkenki değişimime beni eski hâlimle bilenleri, kınanmaktan, yargınlanmaktan kaçarak şahit tutmak istemememdir. Mücadeleyi vakit ve enerji kaybı gördüğümden olsa gerek, bunun yerine keşfedecek, okuyacak yer ve şeylere yönelmeyi tercih etmemden ileri geliyor olabilir. Tek varlığım, dilim. Düşünce, duygu ve aidiyetlerim ise akışkan, hareketli nesneler misali. Bir bitki değilim, köklerim yok. Kuru bir yaprak da değilim, 70’lerin hippi akımının gençleri misali oradan oraya savrulan… İnsanım. Değişen, değiştiren, acıyan, acınan, yenen, yenilen… Hata eden, iyi iş başaran, saçmalayan, takdir edilen, kale alınmayan… Hepsi “ben”im, hepsi “benim”. Yazıda üstadım Gabriel Garcia Marquez, bağlamada Musa Eroğlu.
A: Ne oğlu?
Y: Eroğlu.
A: Ne alâka şimdi?
Y: Nasıl ne alâka, kendimi anlatıyorum işte.
A: Yahu iyi de mis gibi devam ederken oldu mu o son cümle orada?
Y: Niye olmasın. O da bana dair bir bilgi değil mi?
A: Ha, bağlayacağın bir yer var yani orayı.
Y: Herhalde var, ne sandın!
A: Ne yapacaksın, Yüzyıllık Yalnızlık’tan bir Musa Eroğlu türküsü mü yazacaksın?
Y: Bana bak…
A: Olmadı, kabul et.
Y: Ha seninkiler çok olmuştu da…
A: En azından saçmalamadım senin gibi.
Y: Ya sen niye geldin ki bugün. Hiçbir işe yaramadı bu ziyaretin. Elin cebinde, salına salına bana gelme bir daha.
A: Emrin olur.
Y: Kabul, çıkış fikrim pek güçlü olmamış olabilir ama elimde daha sağlam bir fikir var.
A: Bekliyorum…
Y: Bir psikopat mıyım? Yooo, dört başı mamur bir edebî psikopat olan Bay Hannibal Lecter’daki yüce(!) vasıflardan yoksun olduğum gibi onun kadar sapkın iptilâlarım da yok hani. Bir sapık mıyım? O dediğin Ed Gain gibi olmalı. Onun kadar saman altından su yürütüp, onun kadar hastalıklı bir beyine sahip olmalı. Tuhaf mıyım? Tuhaflık göreceli; Einstain, Poe, Neyzen Tevfik, Ahmet Uluçay da tuhaflardı ancak bu tuhaflık, daha çok, geri kalanların aşırı normal olmalarından ileri geliyordu biraz da. Benim zamanımsa tuhaflıklar zamanı. Peki neyim? Ne oluyor da kendimi sürekli bir takipte buluyorum? Zihnim ne şekilde bir arazide yol alıyor ki bataklıklardan çıkamıyorum? Bir yanda güzellik, estetik gibi kavramlar; diğer yanda bu kavramlardan kanatlanan çekicilik, cezbe, büyü kelimeleri… Câzipler-meczuplar: fâil, mef’ul!
Bir insanın yaşamasının; yani bu dünyada nefes alıp vermesinin tek motivasyonu, tam da bu dünyaya ait güzelliklere kavuşma imkânlarını kovalaması ise bu çok mu şaşılasıdır? “Aklın yolu bir”, derken atalarımız, neden “kalbin yolu bin” dememişler, işte asıl buna şaşmak gerek. Tüm reddedilme, vefasızlık, terk edilme, ihanete uğramalara rağmen bundan vazgeçmemek bir tür düşkünlük, düşüklük sayılabilir. Ancak kendilerine rağmen güzelsiz, güzelliksiz yapamayan insanların bu tutumunda, farkında olsun ya da olmasınlar, kendilerindeki hasretlerin ve eksik hasletlerin etkili olduğu açık. Nereden mi biliyorum? Tabii ki kendimden. Kısa mısınız? Uzun birinin hayalini kurmaktan alamazsınız kendinizi. Uzun musunuz? Kısa boylu birindeki o güçlü, yıkılmaz duruş içinizi gıdıklar da durur. Açık tenliyseniz, gecenin bedenine bürünmek, sarılmak istercesine bir esmerliğin sıcaklığına tutkunsunuzdur. Koyu renkli iseniz güneşin aydınlığında güzelleşmek ve güzelleştirmek için akça pakça bir omza baş koymak arzusuna engel olamazsınız bir türlü. Eh, her zaman bu denli kolay olmaz elbette. İnsan denen yaratığın akıl sır ermez karanlıklarında ne gizemler kımıldar. Hikmetinden sual olunmaz bir Rabbin kulları olarak bizlerin gayet düz, anlaşılır ve basit olması düşünülemezdi herhalde, değil mi?
A: Değil.
Y: Ya sana mı sordum?
A: Kime sordun? Burada benden başka kim var?
Y: Yazının içerisinde okura yöneltilmiş bir soru olamaz mı bu?
A: Ben nereden bileyim, sorunun alnında, bu soru okura yöneltilmiş bir sorudur, mu yazıyor? Bana bakarak anlatıyorsun… pardon, yazıyorsun, ben de cevap verdim işte.
Y: Niye pardon dedin? Ben anlatamaz mıyım? Sen mi anlatabilirsin sadece.
A: Anlatabilseydin adın Yazar değil Anlatıcı olurdu. Hoş, bugün üstüne üstlük yazamıyorsun da…
Y: Yeter artık, bu bardağı taşıran son damla. Bundan sonrası hakarete giriyor, bilmiş ol.
A: Yok canım, az önce bana, pek de alıngansın, diyen kimdi acaba?
Y: Şu dakikadan sonra seni görmezden geliyorum, haberin olsun.
A: Hı hı!
Y: Ve işte bir başlangıç; yepyeni, tertemiz, bembeyaz bir sayfa…
A: Kaçıncı?
Y: Öhöm… Hayatımın, tüm iddialardan soyunduğum bir evresindeyim. Otuz altı yaşındayım. 36 değil! Ve keşfim, hayretim, tüm öğretici ve yıkıcı taraflarıyla devam ediyor. Çocukluk fotoğraflarımın hemen hepsinde koca koca gözlerle yakalanmışım deklanşöre. Bir gün sormuştu annem, neden öyle şaşkın ve hayret etmiş bir yüz ifadesiyle bakıyordun acaba, diye. Cevabım, her şey yeniydi, öğrenecek çok şey vardı ve hayat beni çok şaşırtıyordu, olmuştu. O günden bu zamana fark ettiğim en büyük değişiklik, beni şaşırtan, hayretlere sürükleyen şeyin, hayat mayat değil, bizzat kendim, seçimlerim ve yapıp ettiklerim olması! İnsan içine, ancak maske ve makyajla donatıp çıkarabildiğim ne kadar karanlıklarım varsa her birinin beni günden güne ele geçirmesine dehşet, gizem ve heyecanla tanıklık ediyorum. Ve bu satırları, belki bir itirafnâme türüden kaleme alıyorum. Olur a, bi’ ihtimal kāle alırsınız, diye; “I’ll tell you my sins and you can sharpen your knife!”
A: Take me to church…
Y: Hay çenenin bağına!
A: Şu gavurcayı da sağa sola sokuşturmasan olmaz, değil mi?
Y: Sen belâ mısın bugün başıma?
A: Ne diyorsun sen be, kafayı yemişsin, kendi kendine konuşuyorsun, haberin yok.
Y: Kendimle konuşuyorum sayılmaz. Sonuçta iki kişiyiz burada. Şöyle düşün, kendi kendimle tavla oynayabilirim yer değiştirip. Ama sonuçta hep iki skor vardır, değil mi?
A: Vay, bak bu cevabını sevdim işte.
Y: Yaaa… Beceriksiz bir günümde olabilirim ama daha ölmedik yani, söyleyeyim.
A: Peki, şu notlarından birkaçını söylesene, belki bir şeyler çıkarabiliriz, ne dersin?
Y: İyi fikir! Bak mesela, biri şu: Çok düzensiz bir hayatım oldu. Tek gecelik ilişkilerle geçti yıllarım. Çok kalp kırdım ve çok kırıldım. Şimdiyse artık bir sevgilim var. Hayatımda ilk defa uzun bir ilişkim var. Şimdinin, önceki yaşamımdan tek farkı, artık tek bir kişinin kalbini kırıyorum ve o tek bir kişi tarafından kırılıyorum. Hepsi bu.
A: Cık! Bu ne böyle bar felsefesi gibi. Geç, sıradaki…
Y: Hikâye, beni kendine çekiyor. İşte tam da bu sebepten, sıkıcı bir roman gibi tekdüze yaşayamıyorum.
A: Lâf! Samimi değil bi’ kere. Bunu, sigortalı bir işe mahkûm sen mi söylüyorsun?
Y: Çok kırıcısın ama…
A: Gerçekler ama… Dostlar ama… Acı söylemeler ama…
Y: Tamam, şeyini çıkarma. Şu nasıl: Emekli öğretmendir annem. Uyarmada ve eğitmede o denli deneyim sahibidir ki ev içerisinde gezerken, terlikleri, ayaklarında bir ayıplama veya ihtar sesi olan “cık cık cık!” ünlemiyle şıkırdar. Ve ben onun en işe yaramaz öğrencisiyimdir. En kırık notları bana verir. Öte yandan, bugün annemle güzel bir film izledim. İzlerken duygulandım, gözlerim yaşardı, ağlamak istedim. Ağlayamadım. Onu düşündüm. Annem değil de o yanımda olsaydı rahatlıkla ağlayabilirdim. Hem de bundan gurur duyardım. Çünkü o ağladığımı görünce parmaklarıyla gözyaşımı siler. Kendini, bu konumda görmek hoşuna gider. Aramızdaki şeffaflık onu iyi hissettirir. Bu durumsa gözündeki değerimi artırır. Hatta belki ardından sevişiriz de. Oysa annem öyle mi? Ben ağlarsam annem üzülür.
A: Bak bu iyi! Ayır bunu kenara, yürür gideriz bundan sanki.
Y: Değil mi… Tamam, ayırdım. Oh be! İyi gidiyoruz sanki ha, ne dersin?
A: İyi mi gidiyoruz? Klavyenin başına oturalı kaç saat geçti haberin var mı senin? Hâlâ dişe dokunur bir şey yok elimizde.
Y: Haklısın. Hızlanalım o zaman: Devlet gibi yönetilen şirketler ve şirket gibi yönetilen devletler…
A: Siyâsî gönderme… Klişe, geç!
Y: Yazı, pasif-agresif tutumun en bariz uğraşıdır bir bakıma. Eylem dururken yazmak…
A: O çok sevgili okurlarına bilmedikleri bir şey söyle! Sıradaki gelsin…
Y: Kelimelerin acizliğini, ancak onların gücünü takdir eden bilir.
A: Uuu, sağlam. Bunu bir yerlerden araklamadığına emin misin?
Y: Aşkolsun, ne zaman böyle bir şey yaptım?
A: Ne bileyim, ünlü yazar sözü gibi bu, seninkilere benzemiyor.
Y: Bana bak, kaşıyorsun ama.
A: Tamam tamam, sıradaki?
Y: Dünyadaki en organize, büyük çaplı ve acımasız yolsuzlukların, suçların ve dolandırıcılıkların çoğunu, evli barklı olup da çocuklarının ve torunlarının geleceğini düşünen iyi aile babası veya annesi maskesi altındakiler yapıyor.
A: E bu da iyi lakırtı. Bunu da ayır bence kenara.
Y: Ya şu; müziği, klasik müziği, bir dili anlamaya çalışır gibi dinliyorum. Ancak bunu, müzik bilgisizliğime borçluyum. Bir müzisyen, notaları ve tüm detayları bilerek dinlediğinde eminim ki histen çok, teknik birçok konuya odaklanarak dinler. Bense gramerine tam olarak vakıf olmadığım hatta kelimelerini bile bilmediğim ses uyumu olağanüstü bir dili dinler gibi dinliyorum. Tuhaftır, anlamıyorum ama bana bir şeyler söylüyor. Tıpkı dillerin en estetiği ve büyüleyicisi Cezayir Berbericesi’ni dinler gibi.
A: Ne o, dil bilimciliğine mi soyundun?
Y: Ne alâka?
A: Sıradakiii…
Y: “Ben bir hiçim” iddiası ile toplum içerisinde bir statü edinmek de yalanlardan bir yalandır.
A: Eh, iyi söz, sıradaki?
Y: Yaşıyormuşçasına oku, okuyormuşçasına yaşa.
A: Dalga mı geçiyorsun?
Y: Yalnızlaşmak tesadüfî değildir.
A: Bunu yazdın diye hatırlıyorum bir yerde, sil bunu.
Y: “Yani”siz cümlelerin peşindeyim.
A: Güzeeel… Başka?
Y: Gölgesinden koyu olanlar…
A: İyi tanım! Hatırlat da temposu yüksek bir öyküde kullanalım, başka?
Y: Her günah sonrası beni şefkatle saran bir suyun yumuşaklığı, yakama yapışıp, kendine gel, diyen merhametli soğukluğu, gözyaşlarıma olan içten benzerliği, temizlik sarayının eşiğine ilk adımı temsil eden umut dolu varlığı…
A: Bu ne, Devlet Su işleri veya Su İdaresine yazdığın bir reklam metninden mi? Geç!
Y: Kar tanelerini insan sanıp açılan hassas bir otomatik kafe kapısı gibi kalbimin içi. Kim müşteri, kim dilenci, kim sorunlu, kim özel ilgiye muhtaç… Tüm bunlardan bihaber olması bir yana, henüz canlı ile cansızı bile ayıracak bilinçten yoksun. Açılması için en ufak bir hareket yetiyor. Bazen, ah bir bozulsa da kurtulsam, diyesim geliyor.
A: İş var bunda, anlatırım bunu ben, ayır! Başka var mı?
Y: İnsan, kendini çok seveni nereden anlamalı, biliyor musun? Çocukluk resmine, öz annesi gibi tepki verdiğinde!
A: Nesin sen, kişisel gelişim uzmanı veya ilişki koçu falan mı? Başkaaa…
Y: Dün gece bana ölmeyi öğrettiler. Birkaç kişiydiler. Kasvetli bir rüya ortamında. Ölüydüler. Ölüler hayatlarını nasıl sürdürürler, onu gösterdiler. Daha doğrusu, nasıl yaşamazlar, onu. İfadesizdi yüzleri. Bana da öğretin, dedim. Gel bakalım, dediler. Dondu tüm canlılık yüzümde. Tamam, kalkabilirsin, dediler. Bu kadar mı, diye sordum. Evet, bu kadar, diye cevap verdiler.
A: Ay, içim şişti, ne karamsar karamsar şeyler yazıyorsun yaa! Başka?
Y: Sosyal yaşantı olmadan, yaratıcı ile olan ilişki kavranamaz.
A: Düşündürücü ama yetmez… Sonra?
Y: Benim cevabım senin için değersizdir. Sana, ancak senin cevabın etki edebilir. Hayatın değil, hayatının anlamı ancak kendi cevabınla bulunur. Bu da çokça okumaya, yaşamaya bağlı ki tüm bunları bir araya getirip bir anlam çıkarma yetisine kavuşabilesin. Bu yol kimileri için uzun, kimileri için kısadır. Ama herkes için eşit derecede zordur. Kimileri bu eşiği atlayabilmiş, hayatını ve kendini okuyabilmiştir. Kimileri başaramamıştır bunu. Çoğunun gündemi bile değildir bu konu.
A: Sıkıcı! Sıradaki?
Y: Açken çalana hırsız, tokken çalana politikacı derler. Karşılarına dikilip şunu söylemek isterdim: “Fikirlerimi sana empoze etmeye çalışmamam, uğrunda yaşanılası ve ölünesi düşüncelerim olmadığından değil, farklılıklarımızın farkında olmamdandır.”
A: Yine mi siyasî eleştiri, politik gönderme? Lütfen başka…
Y: Bugün bir belgeselde huzurevindeki yaşlı kadın şöyle bir öğüt verdi yılların tecrübesiyle: “Yaramaz bir kızdım hep. Bir arkadaşımı, kilise duvarına bir şeyler yazmaya ikna etmiştim. Yazdık da… Ama kısa sürede yakalanmıştık. Çünkü duvara adlarımızı yazmıştık. Şimdi 81 yaşındayım ve en büyük öğüdüm şu: Duvara asla isminizi yazmayın!”
A: Oldu teyzem, sıradaki?
Y: Bugün beni terk etti. Çocuk dolu bir lunaparkı bombalamak gibi bir suçtu onunkisi.
A: Bak bu vurdu beni… Ama arabesk, başka?
Y: “Bu konuda da bir söyleyeceğim var” şehveti o denlidir ki onu en mahrem, en utanılası durumlarını bile anlatmaya mecbur kılar.
A: Bak, bu karaktere çalış bence, eğlenceli bir öykü kahramanı olabilir. Sonra?
Y: Anılar, mekânlarda hapistir. Bu nedenledir belirli yerlere uğradığımızda yoğunlaşmaları, sıvanmaları, sırnaşmaları. Tıpkı mezarlıklar gibi. Çürüyen bedenlerinin ait olduğu toprakla elbette bir bağ vardır ruhları arasında.
A: Bence bunu da bir yerlerde yazdın ama neyse, bu da dursun bir yerde, başka?
Y: Başka yok, bir iki alıntı sadece…
A: Nasıl alıntılar?
Y: Krishnamurti; “Hayatın bir parçasına ileri derecede bir önem verirsen kendini mahvedersin. Çünkü hayat bir bütündür, bir parça değil.”
A: Hmmm, diğeri?
Y: Hadiye Güntekin; “Eşim Reşat Nuri Güntekin’in vefatı üzerinden 19 yıl geçti. Dağ eteklerinde yaşayan insanlar gibi, şimdi onun yüceliğini daha iyi görüyor, hissediyorum.”
A: Aşka bak beee! Kaldı mı başka?
Y: Bıçağı tutan el, saplayansa yürektir, dedi günün birinde Kaan.
A: Bunu Kaan söylememiştir ya, emin misin, araştırdın mı?
Y: Yani…
A: Başka?
Y: Yok.
A: Bu kadar yani.
Y: Bu kadar.
A: Ne diyorsun?
Y: Gönderiyorum.
A: Umarım kabul eder.
Y: Umarım.
Cüneyt Dal