Dersaâdet’te Bayram Sabahları

Künye: Dersaâdet’te Bayram Sabahları, Dursun Gürlek, Timaş Yayınları, İstanbul, 2019.

***

Bayram gecesi selatin camilerinin minarelerine kaftan giydirilir, yani külahlarından başlanır ve şerefelerinden aşağı doğru uzatılmak üzere kandiller asılırdı. Bununla birlikte mahya olarak da düz bir çizgi ile ramazanın yolcu olduğuna işaret edilirdi. (Sayfa 14)

Bayram gecesi İstanbul’un hamamları sabaha kadar açık bulundurulur, hepsi de “tas tas üstüne” denecek derecede kalabalık olurdu. Çünkü bayram namazına temiz ve pak olarak gitmek âdet hükmüne girmişti. Senede iki defa sıcak su yüzü gören ayak takımı bile bayram münasebetiyle hamama gidip yıkanırdı. (Sayfa 15)

Bayram namazları senede iki defa kılındığı ve fazla tekbirleri bulunduğu için cemaatten bazıları edasında tereddüde düşerler. Bunun avam Müslümanları şaşırtan ciheti, birinci rekâtta “Sübhâneke”den sonra üç tekbir alınıp ikisinde ellerin salıverilmesi, üçüncüde bağlanılması; ikinci rekâtta ise zammi sureden sonra üç defa tekbir ile ellerin salıverilmesi ve dördüncü tekbir ile rükûa varılmasıdır. Şu harekâtı kolayca anlatmak için, “İki salla, bir bağla. Üç salla, bir yat.” denilmiştir ki her kim söylemişse Allah razı olsun, bundan daha veciz bir tarif yapılamaz. (Sayfa 17) 

Şimdilerde unutulmaya başlayan güzel bir âdet vardı ki o da Müslümanların bayram namazından sonra kabristana giderek ahirete intikal eden ailesinden kimseleri ziyaret etmesidir. Buna İstanbul’un bazı taraflarında riayet edilir, mesela sur dışındaki mezarlıklarda bayram sabahları epeyce kalabalık görülür; servilerin hazin hışırtıları arasında yanık yanık okunan Kur’ân sesleri duyulurdu. (Sayfa 18)

Bayram günleri çocukların ve bu vesileyle büyüklerin toplanıp eğlendikleri yerlere “iydgâh” denirdi. Bunun dilimizdeki karşılığı bayram yeridir. (Sayfa 20)

Bayramın gelmesi eski şairleri de faaliyete geçirirdi. “Rebiiyye”, “Şitâiyye”, “Temmûziyye”, “Muharremiyye”, “Ramazâniyye” olmak üzere büyüklerin övülmesine dair manzumeler yazdıkları gibi bayram münasebetiyle de o yolda kasideler, gazeller tanzim ederlerdi. Acem ve Osmanlı şairlerinden hangisinin divânına bakılsa “İydiyye der-sitâyiş-i fülan” başlıklı manzûmeler görülür. (Sayfa 23)

Her ne kadar İstanbul’un hemen her semtinde bayram yerleri kurulsa da bunların en ünlüleri Üsküdar’ın, Cinci Meydanı’nın, Eyüp Sultan’ın, hele Fatih’in bayram yerleri idi. Buraları, “iğne atsan yere düşmez” deyimine uygun bir şekilde pek kalabalık ve çok eğlenceli olur, bugünün lunaparklarını, kültür parklarını aratmayacak bir eğlence bolluğu ve çeşitliliği arz ederlerdi. Hiç şüphe yok ki Fatih’in, Cinci Meydanı’nın bayram yerlerindeki eğlenceler kalite bakımından zamanın lunapark eğlencelerine nispetle daha basit, daha iptidai idiler ama yine hiç şüphe caiz değil ki daha ahlaki ve çok daha bizden yani millî idiler. (Sayfa 37)

Çocukların sevinci, büyüklere üçüncü bir bayram olurdu. Omuzlarında çocuklarını taşıyan babalar, göğüslerine yavrularını basan anneler, torunlarının ellerine yapışan dedeler, kadınnineler, bacılarla dadılar ve lalalar çocuklarla meşgul olarak aynı zamanda onların kelimedeki her mana içinde terbiyeleriyle de uğraşırlardı. Onlara iyiyi fenayı, çirkini güzeli öğretmekle, göstermekle muvaffak oluncaya kadar yorulmazlardı. Mahalle aralarındaki meydancıklarda kurulan tahterevalliler salıncaklar, atlıkarıncalar çocuklar âlemine ölçüsüz neşe ve inbisat saçardı. (Sayfa 41)

Eski bayramlar, daha doğrusu bayramlarda eski hareket ve faâliyetler bambaşka bir eda taşırdı. Zevkli idi de. Evleri boş bırakırcasına bayram namazı için camiye koşanların, namazı müteakip evlere dönenlerle ailenin ve ev halkının bayramlaşmasının, yine ailenin büyüklerini ve akrabayı hanelerine kadar gidip ziyaret eylemenin, komşulara gidip gelmenin, büyüklere kadar koşarak el etek öpmenin, teşrifata dâhil ise muayede resmine gitmenin, değilse Saray-ı Hümâyun’a azimetin, oradaki erkânın odalarını birer birer dolaşmanın elbette bir zevki vardı. Çünkü bu faâliyetlerin hepsi evvela dinî, sonra da içtimâi ve tesânüdî bir itiyadın ve ülfetin tezâhürleriydi. Zinde veya mariz, herkesin yüzü gülerdi. Zengin fakir herkeste neşe vardı. (Sayfa 44)

Yaz bayramlarında Boğaziçi büsbütün nurlanırdı. Asayiş ve Bahariye isimli ve yandan çarklı Şirket-i Hayriye’nin iki güzel vapuru İstanbul’dan ve Üsküdar’dan yüzlerce ziyaretçiyi Boğaziçi’ne dökerdi. Vükelâ yalılarına getirirdi. Bir taraftan da yüzlerce kayık ve sandal rıhtımları örer ve rıhtımdan rıhtıma seğirterek bayram tebrikçilerini bir yakadan öbür yakaya yetiştirirdi. (Sayfa 55)

Saraylarda, vükelâ ve vüzerâ konaklarında şeker yerine lohuk ikram edilirdi. Lohuk, gayet güzel mis kokulu bir macundur. Sarayda bu macunu yapmasın bilen hususi sanatkârlar bulunduğu gibi sarayın şekercibaşısı olan Hacı Bekir tarafından da ağzınıza layık en nefisleri hazırlanırdı. Lohukun içine katılan nefis sakızları tedarik edip göndermek Sakız Adası mutasarrfının vazife-i sadakati icabındandı.

Bu tatlıyı ikram etmenin yolu ve erkânı vardı. Saraylarda üç, konaklarda iki kişilik kadrosu bulunurdu. Tepeden tırnağa kadar gıcır gıcır giyinmiş olduğu hâlde bir hademe elinde sırma işlemeli peşkirlerle içeri girer, onun arkasından lohuk tepsisi gelirdi. Lohuk kıymetli bir kâsenin içinde getirilir, tepsinin üzerinde birinde kaşık olan iki kâse bulunur, boş kâseye kullanılan kaşıklar konurdu. Yaşını başını almış ziyaretçiler bu esrarlı macuna pek rağbet ederlerdi. Rivayet olunduğuna göre bunu tadanların gecenin bir vaktinde huriler gizlice ziyaretine gelirlermiş! (Sayfa 60-61)

Orucun sertleştirdiği çehreler bayramda yumuşar, gerilmiş sinirler gevşer, en çetin mizaçlar mülayimleşirdi. Çocuklara büyükler mendil verirler, mendilin bir köşesine kudretlerine göre küçük paralar koyarlardı. Çil kuruştan lira çeyreğine ve daha fazlasına kadar verenler olurdu. “Bu paraları nereden bulurlardı?” gibi bir sual sorup Şeker Bayramı’nın tadını kaçırmayalım. Bulurlar, verirlerdi. Haydi Cimcime Meydanı’na haydi atlıkarıncaya. (Sayfa 72)

Osmanlılar zamanında, hele kemâl devirlerinde, diğer merasimler gibi bayramlar da parlak bir şekilde kutlanırdı. Merasim, biri sarayda diğeri devlet erkânının dairelerinde, üçüncüsü de hususi ailelerde olmak üzere muhtelif şekillerde icra olunurdu. (Sayfa 114)

“Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, bir Ramazan Bayramı sabahında İstanbul’un Süleymaniye ufkunda, bütün manzaranın İstanbul mavisi bir renk almasıyla başlar. Sabahın oluşu bir taraftan şehri bir taraftan da şairin gönlünü her an biraz daha aydınlatır.

Bu aydınlıkta, Türkiye topraklarında dokuz asırdan beri yaşamış, sonra ruh olmuş atalarla, bugün hayatta olup onların bıraktığı vatanda bayram yapanların hepsi birden görünür.

Şair, kendi gök kubbemiz altında dinî bir bayramın bütün tarihini ve bütün maneviyatını yaşamaktadır. Karşısında bizim en büyük san’atımız bilinen mimarimizin şâheseri Süleymaniye Camii vardır. Süleymâniye Camii bir timsaldir. Bu timsal, bizim Anadolu ve Balkanlar Türkiye’sindeki millî üslubumuzun mimari san’atındaki şahlanışıdır. (Sayfa 146)

 

Edebifikir

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir