İnsana lütfedilen hayatın ana özelliği mahdut olmasıdır. Evet, hayat sınırlı ve sonsuzluk ise insanın kızıl elmasıdır. İnsan, her ne kadar sonsuzluğu istese de bedeni buna izin vermez. Her geçen saniye insanın vücut yaşlanır, tabir-i caizse eskir ve canlılığını yitirir. Bedenen sonsuzluğu reddeden ama kalben sonsuzluğa sevdalı insanın, bu zıtlıklar içinde varoluş sürecini hayat olarak adlandırabiliriz.
Hayat, insanın kendini içinde bulduğu bir gerçekliktir. Doğar, ölür ve dünyada bulunduğumuz süreye hayat deriz. Bu süre herkes için farklıdır. Her insan hayatının farklı bir süre olarak belirlenmesi ise, hayata canlılık katar. Dediğimin farkındayım, ölüm, kalanlar için canlılık alametidir.
İnsanı, hayvandan farklı kılan özelliklerden biri de hayatı üç boyutlu yaşayabilmesidir. Her bir insanın geçmişi, içinde bulunduğu anı ve geleceği vardır. Bunların tamamında kısmen bedenen ve kısmen de zihnen (hayalen) var olan insan, hayatını tek düzelikten kurtarır. Gerek geçmiş gerekse gelecek zaman, şimdiki anda fark edilen bir fenomendir. Yani insan, hafızası sayesinde geçmişi şimdiki zamana taşıyabilmekte ve hayal gücü sayesinde de ise geleceği şimdiki ana getirebilmektedir. Bu sadece insana has bir durum olup, bu sebeple hayatı tanımlamak son derece güçtür. Her gelecek, geldiği an şimdi olup, geçmişin kollarına kendini bırakır. O halde insan için sadece şimdi vardır. Hayat da bu şimdinin farklı zamanlarda açılımından başka bir şey değildir.
İnsan, ölürken gelecek zamanıyla birlikte ölür. Her insan umutlarıyla son nefesini verir. Bizi geleceğe, başka bir ifadeyle hayata bağlayan umut, hayatın lokomotiflerinden biridir. Yarının geleceğini ummak, güneşin yine doğacağını düşünmek, sonraki günün farklı olacağını hayal etmek, hayatı yaşanılır kılar. Çünkü hayat ile umut ikiz kardeştir. İkiz kardeşleri birbirinden ayrıldığında ölüm yüzünü gösterir.
Sufiler ise hayatı, ilahi tecellilere mazhar olduktan sonra başlayan gönlün yaşamı olarak ifade ederler. Nefsin terbiye olması sonucu hayvani arzularından kurtulan insanın gerçek bir hayatı olduğunu, bedenî arzuların kullarının ise hayvandan farkı olmadığını söylerler. Bu yüzden de “ölen hayvan imiş âşıklar ölmez” mısraı dillerinden düşmez. Görülenler düş, işitilenler masaldan ibarettir. Gönül gözü devreye girmedikçe insanın hakiki bir hayat yaşamadığını çünkü nefsinin esiri olduğunun altını çizerler. O halde sufilere göre hayat, özgürlükle ilişkili olup ruhun, nefsin prangalarından kurtulmasıyla başlayan bir süreçtir. Mutlak varlık olan Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecellisi olan hayat, her bir varlıkta kendince ortaya çıkar. Allah El-Hayy yani hayat sahibidir ve bu sebeple her varlık farklı derecelerde hayat sıfatını yansıtır. Kısacası sufiler, hayatı biyolojik bir sürecin ötesinde ruhun tekâmül ettiği ve Allah’ın varlığına açılan bir yolculuk olarak görür ve ilahi hakikate ulaşanların asıl hayatı yaşadığını söylerler.
İnsanın kendini, dünyayı ve varoluşunu anlamlandırma çabasına da hayat diyebiliriz. Madem hayatı tanımlayacak olan insanın kendisidir, o halde insan, öncelikle kendini tanımalı, daha sonra dünyayı ve hatta evreni tanımaya çalışıp var oluşu hakkında bir fikre varmalıdır. Bütün bunlar ise ömür dediğimiz ve ne kadar devam edeceğini hiç birimizin bilmediği bir süreye tekabül eder. Yaşamın içinde sürekli yeniden inşâ edilen hayat, her insanda farklı bir tanıma denk gelir.
Hayatı, hayatla öğreniriz. Hayat, sunduğu tecrübelerle anlaşılır. Nefes aldıkça ve tecrübelerimiz arttıkça, hayat yüzündeki örtüyü yavaş yavaş kaldırır. Her hayat, yaşayan kişiye özeldir. Belki de hayatın, insan sayısınca tanımı vardır. Çünkü hiçbir hayat tekrarlanamaz ve kopyalanamaz. İnsan biricik ise ki biriciktir, o halde hayatlar da biriciktir. Ayrıca hiçbir duygu da bir başkasına aktarılamaz. Her duygu da biricik ve özneldir. Hayatı tanımlamanın zorluğu da buradan gelir. Öznel (tekil) tecrübeleri genelleştirip bir tanıma ulaşmak imkânsızdır. Hayatın tanımını yapmak da bu imkânsızı imkâna getirme uğraşı olup sonuçsuzdur. Paçalarından acizlik ve fanilik akan ve yeni günün neleri getireceğini asla bilemeyen insan, bu bilinmezliği (korkularını) tanımlarla kapatmaya çalışır. Belki de Søren Kierkegaard’a kulak vermeli: “Hayat, çözülmesi gereken bir problem değil, yaşanması gereken bir gerçekliktir.”
Sulhi Ceylan