– Kapıyor çalıyooor! Kapııı! Kapııı!
(Tövbe estağfirullah işten yeni geldik, sizin için çalışıyoruz, kapıya da mı biz bakalım? Bizim çocuklar da hanım da hiç duymuyor yahu… Hey ya Rabbi, bunlar da alacaklı gibi gümbür gümbür… Akşam vakti kim bu densiz, ne demeye inletiyor yeri göğü?)
– Hayırlı akşamlarrr!
– Aaa ha-hayırlı a-akşamlar!
(Akşam akşam niye geldi ki şimdi bunlar? Üç bayramdır küslerdi, konuşmaz etmezlerdi. Tarlalar satıldı mı yoksa? Satılsa bize de haber verirdi avukat mutlaka. Arkamızdan iş çevirmiş olmasın… Ya bunlarla anlaşıp da parayı cebe indirirse… Yok, yok, yapmaz bizim avukat. Yapar mı ki?)
– İçeri buyur etmeyecek misiniz Hasan oğlum? El gibi kapıda kaldık!
(Bunlar da bi’ öğrenemedi misafir ağırlamayı. Cahil geldiler, cahil gidecekler. Perişanlık diz boyu, baksana adam kapı açmaya kumandasıyla gelmiş. Kesin evde kavga var, karısı fırsatı buldu mu kumandayı kapıp dizisini açacak. Fasulye kırarken Mavi Boncuklar dizisi de nasıl gidiyor amma… Sahi gelin hanım hiç görünmüyor ortalıkta. Gecenin bu saatinde eve gelmemiş mi hâlâ? Rahmetli Gülhanim, bu gelini baştan beri istemediydi zaten gezmesi tozması bitmez dediydi. Ferasetli kadın, başına gelecekleri bilmiş de istememiş bizim Yarmagül’ü.)
– Estağfirullah yenge, olur mu hiç? Buyurun geçin şöyle. Hanıııım! Bak kimler gelmiş? Yurdagül de çok sevinecek sizi gördüğüne.
(Eminim bayılacak, sevinçten deliye dönecek de trafo gibi çarpacak. Eyvahlar olsun canıma okuyacak. Daha yeni temizlik yaptı, oralara basmasaydınız yenge, amca dikkat aman çay var diyecektim, siliveririz ne olacak… Yeter ki Yurdagül görmesin de…)
– Hoş geldiniz Feraseddin Amca, bu ne güzel sürpriz!
(Aman ya Rabbi, yeni yıkattığım halılara çay mı döktünüz? Hem de bembeyaz halıma? Hasaaan! Kanepe örtüsüyle halıyı mı sildiiin? Allah canını almasın Hasan! Topladın milleti gene evimize, kızarım diye haber dahi etmedin. Ama ben bilirim sana yapacağımı, bir hafta sana brokoliyle kereviz pişireyim de gör gününü. Aş maş yok sana. Bunlar da nasıl inceliyor evi, fıldır fıldır dönüyor gözü. Fitnegül yengem hiç değişmemiş, üç yıl ona sadece üç beş kilo yağ katmış, kaçak kat çıkmış. Gideyim de şu ozonlu penyemi değiştireyim, temizlik de yarım kaldı. Eyvaaah! Ne ikram edeceğim şimdi bunlara?)
– Göremedim sizin çocukları. Yoklar mı evde? Bak oğlum, gece vakti öyle dışarıda kız çocuğu bir başına olmaz. Ayıptır.
(Şehir hayatı nasıl da değiştirmiş bizim Hasan’ı. Sinmiş deliğine… Tarla tapan diye başımızın etini yedi, miras deyip iliğimizi kemiğimizi kuruttu. Eh be Hasan, sen bize aslan kesildin de evde kedi olmuşsun. Çocukların bir hoş geldin demiyor, elimizi öpmüyor. Yetiştiremedi Mehmet abim sizleri, iyi etmedi Hasan’ı genç yaşta şehre yollamakla. Köyde kalsınlar, birlikte eker biçeriz dediydim. Vaktiyle dinleseydi böyle şirket mirket işlerine gerek kalır mıydı hiç? Bak kaç koyunumuz oldu! Her bayram bütün köy bizden kurbanlık alır. Hadi çiftçimiz olmadın, bari çobanımız olaydın Hasan… Sorsam kabul eder mi acep? En azından oğlunu yardıma yollasa. Kızı pek bir yabani de oğlu küçük, aklı ermez dövüşmeye, gene biraz yola gelir.)
– Yok estağfirullah amca, olur mu hiç? O nasıl söz? Büyük kız dersaneden dönmek üzeredir. Üniversite sınavına girecek ya bu yıl, etüte kalmış. Oğlan da gelir şimdi elinizi öpmeye! Oğluuum! Emreee!
(Taktı gene tıkaçlarını, kesin oyuna daldı. Allah bilir duymuyordur bile, kulaklarını tıkamayı nereden öğreniyor bu çocuk? Bütün sokak, kulakları tıkalı geziyor gerçi, bluetooth mu ne bağlıyorlarmış. Nereye ne bağlıyor bilmiyorum ama şu misafirler bir gitsin ben, onu kapıya bağlayacağım! Niye gelmiyor bu çocuk? Yurdagül’e seslensem? Yok yok, o mutfağı topluyordur şimdi yengem görmeden.) Heh, gel oğlum nerdesin? Bak kimler geldi…
– Oyunda puan kasıyordum babaaa! Niye çağırdın?
-Kasmayın kendinizi oğlum, niye kasıyorsunuz? Öp bakayım elimizi!
(Elimizi uzatmasak öpmeyi bile akıl edemeyecek yer cücesi. Anası öğretmemiş edep erkân, ne bilsin garipler? Anca gün yapar altın biriktirir. Altın kuyusu bu gelin. Hâlâ gözü doymamış. Bizim tarlayı almak tek derdi. Hele bir ikna edelim de köye yerleştirelim Hasan oğlumuzu. Gör sen o zaman Yarmagül Hanım…)
– Baba bunlar kim?
– Aaa oğlum? Çok ayıp, bizi tanımadın mı? Bu yengen, ben de Muzaffer Dede’nin biraderi Gıyaseddin’in oğlu Feraseddin. Babanın büyük amcası sayılırım, tanımadın mı? Vallahi tanımadı! E tabii biz böyle bayramdan bayrama görüşünce akraba el oluyor, çocuklar tanımıyor. Görmeyeli ne çabuk büyümüşler.
(Çocuk pel pel bakıyor, anlamıyor mu acaba? Çocuk hasta doğdu da bizden mi saklıyorlar? Bunların öteki gelinlerinin de bebesi sakat doğduydu. Kafadan mı hasta? Amaaan be Hasan! Biz de senden medet umduk geldik kapına, bebe belik hastaymışsınız. Gelin öyle, çocuk böyle. Bizim hatuna kaş göz edip kalksak mı? Bizimki de az değil, ayağıyla halıyı yokluyor! İpek halı hanııım, ipek!)
– Baba! Gıyaseddin mi? Anadolu Selçuklu Sultanı! Anadolu’nun kapıları Türklere açılıyooor! Açılııın! Baba telefonunu versene e-devletten soy ağacına bakacağım! Babaaa telefooooon babaaaa!
– Yavrucak zekâ küpü maşallah! Siz yokken biz vardık oğlum. Anadolu’nun kapılarıymış, hey Allah’ım… Şuralara millet bataklık diye gelmezdi. Şimdi lüks siteler yapmışlar. Bak bak, buralar var ya buralar eskiden hep dutluktu.
– Dut mu? Baba bu amca eskiden tırtıl mıydı? Büyüyünce ne olacak?
Z. Rumeysa Topal
1 Yorum