Zeki Dedemin Kitaplığı

Çocukluğumdan beri sırası neredeyse hiç değişmeyen, eve dönmeye birkaç gün kala yapılan köydeki akraba ziyaretlerinde en çok payı hep iki ev almıştır. Annemin gizli veya açıktan ısrarlarına rağmen öğle hatta bazen akşam yemekleri bile bu evlerde yenmiştir. Yanlış anlaşılmasın, annem buraları sevmediğinden değil; kendi annesinin evinde daha çok vakit geçirmek istediğinden böyle davranır…

Dörtyol’a bağlı köyüm Kuzuculu’nun bir zamanlar mahallesi olan Ocaklı’daki misafir olduğumuz iki evden biri babamın dayısı ve iki teyzesinin yaşadığı; biraz ötedeki, yolun altındaki de babamın dedesinden olmayan Mücella Teyzesinin evi. Dayımın evinde akraba ilişkileri biraz karışık. Bu uzun ziyaretlere rağmen kullanacağım unvanları benim bile tam olarak belirlemem bıyıklarımın terlemesi yani elini öpmemin helal olmadığı akrabalarıma el öpmek üzere davrandığımda ayıplanmam veya ‘Hadi bu son olsun’ demeleriyle oldu. Onu da anneme sorarak öğrendim zaten. Babama sorsam kızardı çünkü.

Zabıta amiri olan dayımın evi, olabilecek en işlek yerde, tek katlı, önünden su kanalı olarak bilinen ‘ark’ geçen, geniş avlulu, avlusunda koca çınarlı bir ev. Yolun işlekliğinden olacak evdeki hiç evlenmemiş iki teyzemden biri avlunun cadde köşesine bir bakkal açmış. Ancak yolun çevre yoluna bağlanmasıyla ve yürümek yerine araç kullanmayı tercih edenlerin artmasıyla işlevini kaybetmiş. Bu yüzden çok eskilerden kalma ama hâlâ üretilip satılan gazoz, bisküvi markalarını bulmak mümkün. Ve tabiî ekmek, mum, kibrit gibi klasik ihtiyaçlar.

Bakkalın karşısında da şu an oturulan ev var. Onun arkasında da harabe bir ev daha. Yıllardır merak etmeme rağmen içine girmeme izin vermezler. Ancak bakkalda bulduğum, refleks olarak dikkatimi çeken İstanbul basımı eski bir dergi, bu sefer izin almadan, beni doğruca bu harabe eve sürüklüyor. Evin hâliyle kapısı yok. İçeri girer girmez sol tarafta yer alan gömme kitaplık beni kendisine bağlıyor. Öylece kalakalıyorum. Dokunmadan inceliyorum önce. Birçoğu aynı şekilde siyah ve sert kapakla ciltlenmiş. Tam anlamıyla bir parmak toz var. Tabiî bu benim için mühim değil. Şu an düşündüğüm tek bir şey var o da bunları buradan çıkartmam gerektiği. Hızlıca bir plan yapıp bana karşı çok sıcak davranan bakkal teyzemin yanına gittim. Heyecanımı belli etmeden evi merak ettiğimi söyledim. “Gir bak ama bir şey yok” manasındaki onayına bıyık altından gülüp hemen kitaplığa yöneldim. Biraz, içeride oyalanıp almak istediğim kitapları kabaca seçtikten sonra tekrar teyzemin yanına döndüm. Şaşkınca içerideki kitaplıktan bahsettim. O da bana kitaplığın babasının, Zeki dedemin olduğunu övünerek söyledi. Bunu zaten ciltlenmiş kitapların üzerine kitabın ismiyle aynı biçimde farklı boyutta basılmış ‘Zeki Selen’ isminden anlamıştım ama bunu bakkal teyzemin söylemesi kitapları alma işini biraz zorlaştıracak gibiydi. Ben de evde kitapla en az ilgisi olduğunu tahmin ettiğim dayıma yöneldim. Önce izin vermedi, şaşkınlığımı ve kabullenemeyişimi fark etmiş olacak ki “Beş-altıyı geçmesin.” dedi. ‘Sen ne anlarsın ki?’ isyanlarıyla yine kitaplığın önündeyken siyah ciltlilerinin bazılarında dayımın adının basılı olduğunu gördüm. Şaşkınlığım ve utanma duygum farklı bir tebessümle yüzüme yansıdı.

Bulmuşken ‘Sefiller’ in üç ciltlik, kendinden sert kapaklı basımını hemen bir köşeye ayırdım. Altı kitabın üçü Sefiller oldu böylece. Ve diğer üçüne karar verecek ya da diğerleriyle kıyas yapacak bilgim olmadığı için isimlerini en çok duyduklarımdan ve cildi en güzel olanlardan seçim yapmam gerekti. Halikarnas Balıkçısı’nın “Ege’den” kitabını ve Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sını da “Sefiller”in üzerine koymuşken dayım seslendi. Bir dahaki geldiğimde alacaklarımı da seçip ayırmayı düşünürken daha altıncıyı seçemeden buradan ayrılmam gerekti. Seneye geldiğimde burada epey vakit geçireceğimi hesaplarken Zeki dedem hakkında da bir şeyler öğrenmem gerektiğini hissettim.

Zeki Dedem

Doğma büyüme İstanbulluymuş. Ailesi de öyle. Nereye bağlı olduklarını öğrenemediğim ehl-i tarik bir ailede ikinci veyahut üçüncü çocuk olarak dünyaya gelmiş. Tahmini 1920-1925 yılları. Ailesi ile arası pekiyi değilmiş. Tahminim kadın kuaförü olması ve bu mesleğe sahip olana kadar böyle bir ailede bu mesleği yapabilecek rahatlıkta davranmasından dolayı. Bunun yanında çok da sert mizaçlı, dolayısıyla kararlı ve inatçı birisiymiş. Böyle bir karaktere sahipken de âşık olup evlenmek istediği bir Ermeni kıza iki ailenin de itirazı ile kavuşamayınca bunu kaldıramayıp İstanbul’dan kaçıp Adana’ya yerleşmiş. Burada bir kadın kuaförü açtığını biliyorum. O kadar.

Tabiî tekrar ilginç bir aşkın içine düşmüş dedem. Kız kaçırmayı göze alamayanlar için yine imkânsız bir hikâye.  Ama bu hikâyenin ilginç yanı kızı vermemelerinde değil, çoktan vermiş olmalarında. Babamın anneannesini dört aylık gebeyken kaçırmış dedem. Kız da razı tabiî. Zeki dedem için yanıp tutuşur hâlde.

Adana’dan kaçmışlar. Başka bir yere yerleşmişler mi bilmiyorum ama sonunda gelip kitaplığı bulduğum eve yerleşmişler. Muhtemelen aynı arsada ikinci ev bu. Çevredeki bu hikâyeyle çağdaş evler hep saman harcından çünkü. Dedem farklı dönemlerden sonra ailesine yakışır olmaya karar verdiğinden olacak, çetin ceviz mizacından yere abdestsiz basmayıp, takkesiz görünmemeye çalışan hassas mı hassas bir Müslüman olmuş. Yatalak olduğu son dönemlerde duvardan ya da başucundaki kiremitten abdest alırmış. Okumaya da hep devam etmiş. Yatalak hâliyle bile bir sağdan bir soldan iki gazetenin tüm yazılarını okurmuş. Ben doğmadan elli bir gün önce de vefat etmiş. Eşinin mezarı başka bir yerde olmasına rağmen kendisi yine mezarlıkta bulunan eski bir çınarın altına gömülmek üzere vasiyet etmiş. Mezarının yanından da iki üç seneye kadar bir ark akıyordu. Evinin önündekine varan ufak bir su yolu…

Zeki dedem ayrımcılık olur korkusuyla en çok ilk kızına ilgi göstermiş. Evinin biraz ötesindeki Mücella teyzem işte. Böyle de hassas biriymiş. Bana da kitaplığını bırakmış.

Ertesi Sene

Kitaplığımın önüne geldiğimde bir yıkıma uğramış gibiydim. En son bıraktığımdan çok farklı bir hâldeydi. Sert kapaklı, ciltlenmiş kitaplar alınmış; hiç de nazikçe olmayan bir kitap seçimi yapılmıştı. Neyse ki geçen bu bir yılda şekilden çok anlam arayışını yakalayabilmiş ve Necip Fazıl’a ait iki eseri hemen gözümle yakalayabilmiştim. “Çöle İnen Nur” ve “Son Devrin Din Mazlumları”. Bu ikisiyle birlikte başlıkları dikkatimi çeken iki kalın kitap daha alıp avludaki masaya yerleştim. Kafamda yine beş kitaba sahip olma düşünceleri varken dayım çıkageldi. “Bakıyor musun? İyi bak, sonra geri yerine koy.” dedi.  “Dört-beş tane alsam bari dayı.” dedim ama cevap gecikmedi: “Olmaz. Emekliye ayrıldım, hepsini ben okuyacağım.”

Büyük hayal kırıklıkları içinde boş boş yarım saat kadar kitaplara baktım. Dayı bu, hem de babamın dayısı. Nasıl itiraz edebilirdim ki? Kitapları bırakmak üzere harabe eve yönelmişken bu yazıyı yazmama vesile olan “Çöle İnen Nur”u arabanın penceresinden içeri atıverdim. Fakat sonra emrivaki de olsa helalliğimi istedim.

Allah hepimize büyüklerimizden kalma bir kitaplık nasip etsin.

Mustafa Cihan Alliş

hatira_saklama_ofisi_5

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ıslak unutulmuş taş bezi , 06/01/2016

    Amin kere amin

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir