Pili nadasa bıraktı. Her taraf ışıl ışıldı. Oh ne ala aydınlık. Güneş gözlüklerini çıkardı. Denize fırlattı. Deniz, gözlükleri tekrar kıyıya bıraktı. Hemen eğildi. Sağına soluna baktı. Ayağa kalkmadan dizleri üstünde sürtüne sürtüne kıyıya kadar geldi. Eliyle kumu kazmaya çalıştı. Ne fayda. Kum çok sertti. Ancak avucu kadar bir çukur açabildi. Ellerini birleştirdi, avcunu açtı, dua etti. Gözlerini ufka dikti. Dilini damağına yapıştırdı. Kalbini özgür bıraktı. Ufuk hoşuna gitmedi. İster istemez yumdu gözlerini. Yağmur bastırdı. Çukur kazmak için denizin tuzlu suyuna muhtaç olmaktan kurtulmuştu. Derhal şükretti ve ıslanan kumu kolayca eşeledi. Gözlüğün sığacağı kadar bir oyuk oluşturdu. Şimdi çıta gibi bir şey lâzımdı. Nerede olabilirdi? Nerede olabilirdi? Arkasına döndü. Ne zaman alelacele bir şey lâzım olsa arkasına dönerdi. Ne zaman başı sıkışsa arkasına dönerdi. Ne zaman yorulsa arkasına dönerdi. Ne arkasına dönesiye adamdı. Her fırsatta arkasına dönerdi.
Ormanı bulduğuna sevindi. Denizden bıkmıştı. Meğer yüz adım gerisi ormanmış da haberi yokmuş. Şu dünyanın işine bakın. Neyse. Havanın kararmasını bekleyecekti. Bu aydınlıkta ormana giremezdi. Sık ağaçların arasında kaybolabilirdi. Yolsuz yerde yol ışıksız bulunurdu. Bunu ninesinden öğrenmişti. Hep de işine yaramıştı. Kuma serildi. Uykuya daldı. Geceyi uyanık bekleyecek hali yoktu ya.
Uyandığında rüyası onu ormanda bekliyordu. Oysa Hülya’sının peşindeydi. Sahi Hülya ne kızdı ama. Saçlarını hiç açmazdı. Gerçekten bir saçı olup olmadığı bile tartışılırdı. Kirpiklerine bakıp Hülya’nın saçlarını hayal ederdi. Onlar da böyle siyah mıdır, onlar da böyle kıvrık mıdır, onlar da böyle pastel midir diye düşünüp dururdu. Ne düşünmesi. Tövbe tövbe. Yaşayıp dururdu. Onun için Hülya’yı anmak yaşamak demekti. Düşünmek yaşamadığı zamanlarda yaptığı sıradan işlerden biriydi. Hülya düşünülemezdi. Hülya’yla hiçbir şey yapılamazdı. Sadece, ancak ve mutlaka Hülya ile yaşanırdı.
Rüya çarşaflıydı. Elinde ıslak bir etek tutuyordu. Rengârenk bir etek. Simsiyah kıyafetli Rüya’nın elinde Hülya’nın rengârenk eteği. Adi gökkuşağı! Bayağı gökkuşağı! Pespaye gökkuşağı! Nasıl sarardı Hülya’yı. Nasıl değerdi tenine. Bunun hesabını verecekti. Rüya’ya ne kadar teşekkür etse azdı. Namusunu Rüya’ya borçluydu. Eteği aldı. Arkasına dönmeden denize doğru geri geri ilerlemeye başladı. Bu arada Rüya’yı görmemek için gözlerini kapattı. Çünkü kız ormanın içinde yürüdükçe parlıyordu. Hatta gözle görülemeyecek kadar uzaklaştığını gözleri kapalıyken bile fark edebildi. Bunu hep fark ederdi. Çünkü Rüya hilalle başlar, dolunayla biterdi. Göz kapaklarını yakan, kaşlarını aralayan ışığın Rüya’nın dolunayı olduğuna emindi.
Pili ağaçtan kopardı. Bir ömür daha bekleseydi daha verimli olurdu ama ona şimdi ihtiyacı vardı. Ham pile razı oldu. Eteği beyazlatmanın başka yolu yoktu. Pili ısırarak soydu. Metali ıslattı. Aradığını buldu. Eteğe bir damla değdirmesi yetti. Zaten fazlası griye çevirirdi. Süt beyazı olması için tam bir damla olması gerekiyordu. Ne eksik ne fazla. Etek de beyazladığında hava tekrar kararmadan bu işi bitirmeliydi. Çünkü bu gece randevu gecesiydi. Hülya gelecekti. Anlardır bu geceyi bekliyordu. Kaybedecek zamanı yoktu. Biteviye sardı gözlüğü bembeyaz etekle. Açtığı çukura koydu. Kumla örttü. Basmaya kıyamadı. Yanağıyla düzledi üzerini. Gözlüğüne karşı son vazifesini yerine getirmişti. Şimdi doya doya Hülya’yı bekleyecekti.
Mükerrem Mete