“Şanlı Bir Osmanlı Subayının Hatıratı”

 

6 Aralık

Savaştan umudumuz kalmamıştı, yılgın düşmüştük ve yenilmiştik. Neticede ben değil, Devlet-i Âli yenilmişti. Ben bir şekilde kaybetmemiştim kendimce, hâlâ hayattaydım ve bir sorun olmazsa İstanbul’a geri dönecektim. Ama olmadı; Osmanlı Ruslara karşı savaşı kaybetti, ben de özgürlüğümü kaybettim. Ve bugün, özgürlüğünü kaybetmiş esir bir Osmanlı subayı olarak zindana tıkıldım.

7 Aralık

Erkenden uyandım. Erkenden uyandım diyorum da saatin kaç olduğu belli değil. Olsun, erken uyanmışımdır. Her şeye rağmen kendimi iyi hissediyorum. Bir şekilde Devletim kurtarır beni buradan, özgürlüğüme, evime ve karıma kavuşurum. Hem şanlı bir subay olarak takdir de görürüm İstanbul’dan. Ne hoş olur. Şöyle bir girerim sokağa atın üzerinde, alkış kıyamet… Tebrikler, taltifler… Sonra evim ve karım… Ne güzel bakar bana gözleriyle.

***

Küçük bir hücre burası. Helâ ve yatak zor sığdırılmış. Yaz ortasında olmamıza rağmen hafifçe serin ama olsun, ev değil ya burası. Zindan sonuçta. Çok kalacak değilim nasıl olsa. Biraz sabretmek gerekecek. Yüce devletim gerekli yazışmaları yapar, çıkarım buradan. En iyisi her gün yazmaya çalışmak, güzel bir anı olur. Bastırır, kitap haline getiririm belki de. “Bir Subayın Hatıratı” diye, güzel olurdu. Ya da “Şanlı Bir Osmanlı Subayının Hatıratı” daha mı şık? Evet, bu sonuncusu daha güzel.

15 Aralık

Zaman ağır geçiyor. Benimle ilgilenen gardiyana az buçuk Rusçamla takılıyorum muhabbet olsun diye, yüz vermiyor. Yüz vermeyi geç, besbelli kızıyor bana. Belki de Ruslar rütbeme saygı göstermeseler, bu balyoz elli iri yarı gardiyan beni yer bitirirdi. Acaba yemeğimi getirirken içine garip şeyler atıyor mudur?

20 Aralık

Kabul etmeliyim ki gücüm azalmaya başladı. İlk zamanlar kendimi avutup durumun hallolacağına inanıyordum. Fakat hiçbir gelişme olmadı. Ne kadar çırpınsam da her geçen dakika yeise düşüyorum. Biliyorum, tamamen umutsuzluğa kapılsam bir daha toparlayamam kendimi. Vücudum da erimeye başladı iyiden iyiye. Kol kaslarım eriyor, kaburgalarım ortaya çıkıyor günden güne.

15 Ocak

Hanıma mektup göndereli neredeyse dört ay oldu ama hâlâ yanıt yok. Başına bir şey mi geldi acaba? Belki de mektup Rusya’dan bile çıkamadı. Kafayı yiyeceğim. Ne çok meraklanmıştır şimdi. Belki de öldüm sanmıştır. Beni harbe gönderirken ne de hüzünlenmişti. Ellerimi tutmuş, yüzüme bakamadan öğütler vermişti kendince. “Soğuktur Rusya, kendine iyice bak” demiş, kendimi tehlikeye atmamam gerektiğini söylemişti. Tam vedalaşacakken bir daha tutmuştu ellerimden, gözlerime bakmıştı. Bir şey diyecek gibi olup da diyememişti. Üstelememiştim daha da üzülmesin diye, ne diyecektin dememiştim. Keşke sorsaydım. Sesini daha da iyi hatırlardım belki de. Karıcığım, yaşıyorum hâlâ.

Koridorda postal sesleri yankılanıyor. Yemek vakti gelmiş. Gardiyan geldi yine. Kapının altında bulunan kare şeklindeki bölmeden tabağı uzattı. Giderken kapıdaki küçük sürgülü delikten baktı bana, mahzunlaştı. Bu sert, düz yüzlü, buz gibi adamı bile hüzünlendirecek kadar kötü hâle mi geldim ben? Kim bilir nasıl görünüyorumdur. Gözlerimin altı çökmüştür iyice, mosmor olmuştur, yanaklarım çukurlaşmıştır. Karıcığım görse tanır mı ki beni?

21 Şubat

Kapıya gardiyan dayandı. Her zamanki gibi bugünün tarihini söylemeye geldi sandım. Fakat bir mektup getirdi. İyice heveslenip mektubu açtım. Karımdan değil. Askeriye göndermiş. Sonunda baktılar yüzüme demek ki… Mektupta, durumumdan haberdar olduklarını, ellerinde esir olan rütbece dengim Rus Subay Gleb Sbirmov ile değişimimi Rus mercileriyle görüştüklerini bildiriyorlar. Mektubun sonunda da Allah’tan sabır ve selamet niyaz etmemi buyuruyorlar. İçimi bir umut kaplıyor. Çok uzun bir zamandan sonra gülümsüyorum.

14 Mart

Askeriyeden hâlâ haber gelmedi. Mektup geldiğinde yeniden kazandığım umudum iyice yok olmaya başladı. Acaba ben mi bir mektup yazsam? Densizlik mi olur acaba? İşleri hepten berbat etmesek, en iyisi beklemeli, biraz daha sabretmeli. Sabrın yanına ne de güzel yakışıyor “biraz” kelimesi.

25 Mart

Buralara bahar gelmiyor. Ya da bu mahzene… Soğuktan ayaklarım morarmaya başladı. Hareket etsem, ısınsam diyorum ama bu daracık yerde ne mümkün. İşte kapı, işte helâ… Nereye sığıp da hareket edeyim. Dayanamıyorum artık, soğuktan titreyecek gücüm bile kalmadı. Çok halsizleştim, uykum geliyor. Gardiyana sesleniyorum son kuvvetimle, “Okhrana! Okhrana!” Gardiyan geliyor çar çabuk. Derdimi anlattıktan sonra gidiyor. Sanırım birazdan doktor gelecek. Gözlerim kararıyor.

9 Nisan

İrkilerek uyandım. Gardiyan bana sesleniyor. Ne dediğini anlamıyorum, sanki sesi kısılmış da sadece dudakları oynuyor. Gözlerim zor açılıyor, kendime geliyorum. Birazdan beni almaya geleceklermiş. Demek sonunda takas gerçekleşiyor, esaretten kurtuluyorum. O harap olmuş bedenim kıpırdanmaya başlıyor mutluluktan. Evime dönecektim sonunda, karıma kavuşacaktım. İlk gün ne yapmalı acaba… Onu bir güzel gezdirirdim. Gezmek istemez yorgunumdur diye ama ısrar ederdim. Şöyle bir dolaşırdık. Hem sokakta insanlar beni görür, selam verir, şaşırır, hürmet eder, halimi hatırımı sorardı. Ne babayiğitler varmış dercesine vedalaşırlardı sonra. Dilden dile yayılırdı döndüğüm. Bunlar neyse de karıma kavuşacak olmam içimi kaynatıyor. Gitmeden kumaş alırım ona, güzel bir kumaş. Kendine bir şeyler diker. Fazladan alırım ki kumaşı bana sabahlık falan yapar. Heyecanla beklemeye koyuldum. Birazdan üst rütbeli Rus askerleri gelir beni alır gönderirler memleketime.

15 Dakika Sonrası

Karıcığım. Beni sana değil, ölüme gönderiyorlarmış. Devlet-i Âli, elindeki Rus subayının, -yüce devletimizin şan ve şerefini ayaklar altına alacak derecede- üst düzey bir Osmanlı askerine hakaret etmesinden ötürü idamına karar vermiş. Karşılık olarak Ruslar da beni idam etmeye mecburlarmış. Bu satırları yalvar yakar izin alarak yazdım. Bu defter bir gün ulaşır eline inşallah. Defteri bırakıp gelmemi söylüyorlar. Allah’a emanet ol, hakkı…

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir