nuh pastası -1
mart ayının başı olmalı, bizim dergiden onur’la birlikte röportaj için hakkı öcal ile görüşmeye gittik. hakkı bey, uzun zamandan beri birleşik devletler’de yaşıyor. siyasal bilgiler okudu ama gazetecilik yaptı. gazetecilik yapmasına rağmen bilişim üzerine uzmanlaştı ve bilişim alanında tanındı. kartvizitinde bir dolu şey yazıyor: gazeteci, akademisyen, bilişimci, yazar, radyocu vs. biz kendisiyle internet üzerine konuşmak maksadıyla buluştuk.
hakkı bey, birleşik devletlerden kayınvalidesinin rahatsızlanması nedeniyle türkiye’ye, istanbul’a mecburî bir dönüş yapmıştı. hemen bütün vaktini hastanede geçirmesine ve sıkıntılı ailevî durumuna rağmen bizimle görüşmek istedi. e-mektup ve telefon yoluyla irtibat kurmuş; beşiktaş’ta, yıldız hamidiye camisi’nde cuma günü buluşmak üzere sözleşmiştik.
soğuk havaların hafif durulduğu, pusun sisin ufaktan güneşi perdelediği bir sabah üsküdar’dan onur’la birlikte beşiktaş vapuruna bindik. vapurun üst kısmına çıktık, rüzgâra perde olsun diye bir köşeciğe sığıştık. onur’un poşetindeki simitten ikişer üçer lokma yedik. onur “google earth’ten baktım, yakın sahile” diyordu. vapurdan inince, bir kere onur’un ipinden tutmuştuk ya, onur bir yokuş caddeye vurdu yolumuzu.
çift şeritli; geniş kaldırımlı; sağlı sollu büfelerin, kafelerin, restoranların, iletişim dükkanlarının yolun iki tarafını kapladığı nispeten geniş bir caddeydi tırmandığımız. istanbul’un acemisiyim, adını sormayın. durun ben de bir google maps’tan bakayım… evet, yıldız caddesi. başka ne beklenebilir ki? yıldız cami, yıldız parkı, yıldız teknik üniversitesi, yıldız sarayı… e hâliyle caddenin adı da yıldız caddesi olacak. ofiste bir masa üstüm olmadığı için hâlâ dizüstümü yanımda taşıdığım günler. sırt çantamda dizüstü. bu şehirde hep sırt çantası… aslında benim bir ofise ihtiyacım yok, sırt çantam yeterli olabilir. hatta belki, ofis bir dergi çıkarmak için pek de ideal sayılmaz. arada sırada uğrayacağımız bir yer olmalı ofis. neyse… sizinle uzun uzun dergicilik nasıl olmalı diye konuşacak değilim. onur, elinde bir şey taşımak istemiyor. fotoğraf makinesini de sırt çantama koyduk. onur, elinde bir şey taşımak istemiyor. simit poşetini de…
yahya kemal’in heykeli olan park, neydi o? işte oraya geldik. türk silahlı kuvvetleri bir de kanuni heykeli diktirmiş buraya. bayram değil seyran değil eniştem kanuni’yi niye öptü? üstelik heykele iliştirilen tabelaya bakılacak olursa yakın zamanda öpmüş. tarihi hatırlamıyorum ancak okuyunca aklıma ilker başbuğ geldiğini anımsıyorum, belki de onun devrinde… bu taş yığıntının yanından geçtik. ilgimi, taş yığının etrafındaki dört aydınlatma cihazı çekti. hava kararınca bu taş yığınını şu dört parça cihaz aydınlatıyordu. bütün bu manzaradan bana kalan, aydınlatma için harcanan elektriğin israfı olduğunu düşünmem oldu. bütün heykeltraşlardan bağışlanmamı diliyorum!
evet, yürümeye devam… yahya kemal’in yanına geldik. onur tanıyamadı: “bu mu yahya kemal, hiç benzemiyor!” zihninde nasıl bir yahya kemal görüntüsü kalmış bilmiyorum ama bildiğin yahya kemal’di karşımızdaki: puf puf olmuş yanaklarından, güya düşünüyormuş gibi elini başına, yumruk yapıp yaslanmasından ve tabii oturuyor oluşundan! öte yandan heykeltraş, yahya kemal’e haksızlık etmiş, hazretin daha ihtişamlı bir göbeği vardı. hani şimdilerde “hayırdır, göbeklenmişsin, balkon çıkıyorsun yavaş yavaş!” diyorlar ya… söz konusu hazret olunca, balkon çıkmak tabiri epey hafif kalır. nasıl demeli, belki katmerli teras çıkmak cinsinden onunkisi…
parkı geçtik camiye geldik. saate baktık: “cumaya daha vakit var.” bizim onur tutturdu yıldız sarayı’na gidelim. her zaman gelmezmişiz filan… haklı çocuk, istanbul öyle bir şehir. parktan sonra hemen cami, camiden üç beş adım sonra saray… o ara, sultan abdulhamid’in bombalı suikasta uğradığı caminin burası olmayacağını düşündüm. başka bir camide saldırıya uğramıştır ve saldırı sebebiyle yıldız’ın yakınına bu camiyi yaptırmıştır diye akıl yürüttüm. doğru olmayabilir. ona da siz bakın google’dan, hepsine ben mi bakacağım!
saraya doğru yürüyoruz. sol yanımızda teknik üniversite. geçtik. islam birliği teşkilatı. geçtik. yıldız sarayı! heyecanlı mıyım? hayır. merak ediyor muyum? hayır. girdik içeri. “müzeyi gezmek istiyorsanız, ücreti bilmem ne kadar. fakat müze kartınız varsa…” bir sürü terane. ne olacaktı ya, hazreti mevlana’nın türbesinden para kazanılan bir yapı içerisinde başka ne olabilir? ne olursan ol, gel ama cebinde 10 tl olsun! sevgili dostumuz aydoğan k.’nın bu konuda gerekli ayarı vereceğini düşünüyorum.
komik bir durum oldu, müzenin bir bölümü ücretsiz geziliyormuş. “bari orayı gezin!” dediler. onur’la, o bölüme gittik. sonra bir kütüphane varmış. oraya yöneldik. burası, islam birliği teşkilatı’nın araştırma kütüphanesiymiş. daha sonradan hakkı öcal bey’in anlatacağı üzere ekmeleddin ihsanoğlu hoca – kendisi halihazırda islam birliği teşkilatı’nın başında bulunmaktadır – burayı vakti zamanında düzenlemiş, yolunu yaptırtmış ve islam birliği teşkilatı’nın araştırma birimini istanbul’a taşıtmaya razı etmiş üyeleri. onur’la birlikte kütüphaneye şöyle göz ucuyla baktık. vaktimiz sınırlıydı. 95 bin kitap varmış. görevli bizi kütüphaneye kaydetti. bundan sonra kütüphaneye adımızı verip ziyaretçi kartımızla girebilecekmişiz. benim araştırma bölümüme zannedirim “literature and critique” tarzı bir şeyler yazdı. onur da tarih araştırmasıyla ilgisi olmadığı hâlde tarih yazdırdı. gerçi benim de ne edebiyat’la ne de eleştiriyle alakam var. ama yine de kapının kenarından bakınca kütüphane çok cezbedici görünüyordu. inşallah, tekrar bu kütüphaneye geleceğim.
evet, bu “istanbul günü” bu kadar. “ee nuh pastası n’oldu, hakkı öcal n’oldu?” onu da artık “nuh pastası-2”de okursunuz.
1 Yorum