istanbul günleri -3

 

nuh pastası – 2

size, beşiktaş’a hakkı öcal ile buluşmaya gittiğimizden söz etmiştim. ırcıca’dan yani islam birliği teşkilatı’nın araştırma kütüphanesinden söz ediyordum en son. onur’la birlikte, bu kütüphaneye kaydımızı yaptırıp hemen yıldız camisi’ne yollandık. ben de hakkı bey’in numarası yoktu. onur’da da yokmuş. ben hakkı bey’in yüzünü tam olarak anımsamıyorum. onur, fotoğrafını hiç görmemiş! bu gibi durumlarda parola şudur: “sıkıntı yok, sulhi ceylan var!” evet, dünyanın en belalı, en zorlu işini götürün sulhi ceylan’a. size “sıkıntı yok.” diye başlayacak ve o meseleyi halledecektir. diyelim ki olmayacak bir duanız var, siz duayı edin sulhi ceylan amin desin. daha fazlasını anlatmayacağım sevgili dost ve değerli yazar aydoğan k, size kendisi hakkında doyurucu bir portre yazısını bir gün mutlaka çıkaracaktır, biz de heyecanla onu bekliyoruz.

yıldız cami’nin kapısına, sulhi abiyi arayalım mı gibi tereddütlü, soru işaretli geldik. girişte bir bankta oturan gözlüklü, orta yaşlı (birleşik devletler standartlarına göre) bir beyefendi; bizi görünce mütebbessim bir çehreye büründü. söze girdi. herhalde onur’un masum yüz ifadesinden etkilenmiş olacak ki “kapıdan girecek nuranî yüzlü gençleri bekliyordum ben de…” dedi hemen. rüşvet-i kelam cinsinden bir girişle bodoslama sohbete daldık. hakkı bey’in maneviyatı yerindeydi. hastaneyi, kayınvalidesini sorduk. doktorgiller dediğimiz türün bilinen maluliyetleri gündeme geldi. Bu durum karşısında 200 yıldan beri her çaresizlik de nasıl mahzunlaşıyorsak öyle mahzunlaştık bir an.

amerika’dan ne zaman geldiniz, ne zaman dönüyorsunuz faslına girince bir birleşik devletler mavrası dönmeye başladı hemen. onur da heyecanlı çocuk, hemen atılda obama’nın hatırını sordu. müsait bir zamanda, onur’a malcolm x’in “ev zencisi” hikayesini anlatmalıyım. süperman’in gerçekten yaşadığına inanan insanların olduğu, yarısı obez olan, dünyadaki hükümlü mahkumların dörtte birini bünyesinde barındıran bu zavallı ülkenin devlet başkanı nasıl olabilir allah aşkına? nasıl olacak, süs biberi gibi tabi! bu zavallı insanları kandırıp george clooney’i, hatta angelina jolie; birleşik devletler’in başına getirecekler bir gün.

hakkı hoca, bu zavallı insanların içler acısı hâllerini anlattı, üzüldüm, acıdım. hoca bir gün metroda beklerken, yakınındaki bir adam yere düşmüş, titremeye başlamış. görünüşünden epilepsi olduğuna hükmetmiş hakkı hoca. adam şuurunu yitirince, tabiî, raylara düşme tehlikesinden kendini koruyacak durumda da değil. raylara düşmesin diye, hakkı bey, epilepsili adama müdahale etmek istemiş. ama orada bekleyenlerden biri çok sert bir şekilde uyarmış dokunmaması için. polis gelmiş. hep polislere haber verirlermiş böyle durumlarda. hocayı uyaran adam, “bu adam, o yere düşünce ona dokunmak istedi!” diye gammazlayıvermiş. tabiî, niye hakarete uğradığına bir anlam verememiş hakkı hoca. radyodaki iş arkadaşları “sakın ha! öyle bir şeye kalkışma bir daha, ne malumdu senin öldürmek istemediğin, başına iş alırsın!” diye uyarmışlar.

birleşik devletler’de kimse kimseye yardım edemiyormuş. yani komşun, dibinde, aç ama sen ona yardım edemiyorsun! sosyal olarak mümkün değil. fakat git bir yardım derneğine istediğine yardım et. “nepal’de kendini yakarak protestoda kendini öldüren rahiplerin arkada kalan akrabalarına yardım” derneği dahi bulmak mümkünmüş! dernekler ülkesi birleşik devletler! hani şu bizde, sivil olmayan toplum örgütleri var ya… orada güya sivilmiş! düşünsenize, komşunuzun öldüğünü kokusunu duyunca anlıyorsunuz, hatta polis ve itfaiyenin gelmesiyle anlıyorsunuz ve bu durum artık vakayı adiyeden olmuş. e böyle toplumda, örgütlenmelerin dibine kadar sivil olsun, ne fayda!

bir defasında hakkı hoca, aşure gününü bahane edip apartmanındaki komşularına ikramda bulunmak istemiş. bu zavallı topluluk insanlık nedir görsün, sosyallik nedir az buçuk kafalarına girsin diye hakkı hoca, yirmi şeffaf kaba aşureyi bölüştürüp hazır etmiş. niye şeffaf kap? belli mi olur, içinde ya kötü bir şey varsa? ya bu müslüman kendileri öldürmek istiyorsa? belki içinizde bazılarına şaka gelebilir bu anlattığım ama bahsettiğimiz toplum iyice obezleştirilmiş, aptallaştırılmış ve paranoyak hâle getirilmiş bir zavallılar yığını. hakkı hoca, yirmi kabı almış apartmandaki dairelerin tek tek kapısını çalmaya başlamış. önce hanımına dağıtmasını teklif etmiş ama o “canını sokakta bulmadığı” için bu teklifi şiddetle reddetmiş. (aklından geçeni biliyorum sulhi abi, öyle düşünme lütfen)

hakkı hoca hangi kapıya çalsa geri çevrilmiş. yirmi daireden ancak üç-dört tanesi kabul etmiş aşure’yi. bir tanesi “aaa ben bunu biliyorum, iran’dayken görmüştüm!” diye sevinmiş. babası iran’da diplomatmış, kendisi çocukken. sadece bu bilmiş ne olduğunu. “bunda” demiş “bir de nar olur üstünde” hakkı hoca, kabul eden diğer birkaç kişinin de yemediğini, muhtemelen çöpe döktüğünü düşünüyormuş. komşuların ekseriyeti kapıyı hafifçe aralayıp “no, thanks!” deyip kapatıyormuş. bazıları ise hakkı hoca’yı satıcı zannedip içeri nasıl girdin diye çıkışmışlar!

istanbul’da, beşiktaş’ta işte hakkı bey’in bu dokunaklı, çarpıcı hikâyesiyle bir “istanbul günü” yaşamış olduk.

“eee nuh pastasını anlatmadın?”

haklısınız, ondan hiç söz etmedim. nuh pastası, zavallı ve cahil amerika vatandaşları; aşure nedir bilmedikleri için aşure kaplarının üzerine yazılmış iki kelime.

hani olur da çocukluklarında babaanneleri, onlara eski ahit’te geçen nuh tufanını anlatmıştır, biliyorlardır diye…

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir