Muhammet Emin Oyar, Tunus ziyaretiyle gezisini sonlandırdı.
***
(Tunus, Sidi Bou Said, Kartaca, La Goulette)
Yaklaşık iki günlük deniz yolculuğunun ardından birçok uygarlığa ev sahipliği yapan Tunus’un başkenti Tunus’a, güneş batarken vardık. Limanda bizi bir sürpriz bekliyordu, kulağımıza müzik sesi geliyordu. Bando takımıyla bizi karşılayacaklarını düşündük. Gemi yanaştığında anladık ki; evet, bir bando takımı tarafından karşılandık fakat bu takım sadece üç müzisyenden oluşuyordu. Öyle de olsa Türk ezgileriyle, Tunus’ta, Tunuslu müzisyenler tarafından karşılanmak hoşumuza gitti. Limana iyice yanaştığımızda Roma askeri kostümü giyen aynı zamanda da ellerinde şahinlerle bekleyen iki kişiyi ve limana doğru gelen develeri gördük. Gemiden indiğimizde de bu cümbüşün tamamıyla turistik bir faaliyet olduğunu gördük. Develere binip birkaç tur atmak için ve ellerindeki şahinlerle beraber Roma askerleriyle fotoğraf çektirmek için bir miktar ödeme yapmanız gerekiyordu. Çekilen fotoğrafların ve deve turlarının ardından Sidi Bou Said bölgesine gitmek için otobüslere bindik.
Otobüste bizi rehberimiz karşıladı. Hareket ettiğimizde rehberimiz kendini tanıttı ve kısaca Tunus tarihinden bahsetti. Fenikelilerle başlayan Tunus tarihi, Romalılar, Bizanslılar, Araplar ve İspanyolların bölgede hüküm sürmesiyle devam etmiş. Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması 1574’te bu topraklara ulaşmış ve bu bölge, 1881’deki Marça Anlaşmasıyla Fransız himayesine girene kadar Osmanlılarda kalmış. Tunus, bağımsızlığını 1956’da kazanmış.
Kısa süren yolculuğumuzun ardından Sidi Bou Said’e vardık. İlk olarak buradaki evler dikkatimizi çekti. Kapıları ve pencereleri mavi, duvarları da beyaz olan bu evler, en fazla iki katlıydı. Mavi rengin özgürlüğü, beyaz rengin de barışı temsil ettiği için evlerde bu renklerin kullanıldığı anlatılsa da esas sebeplerinin farklı olduğunu öğrendik. Pencere ve kapılar içeri akrep girmesin diye maviye boyanıyormuş. Tunus’ta Akdeniz ve çöl iklimi hâkim olduğu için de güneş ışınlarını yansıtması için evlerin duvarları beyaza boyanıyormuş.
Burada bizi bir pazara bıraktılar ve bu pazarda da genellikle hediyelik eşyalar satılıyordu. Tunus’ta hayat çok ucuz. Fakat bu ucuzluk turistlere pek yansıtılmak istenilmiyor. Bu yüzden esnaflar turistleri gördüklerinde fiyatları oldukça yükseltiyorlar. 50 Euro dedikleri bir hediyelik eşyayı pazarlık yaparak 10 Euro’ya alabilirsiniz. Fiyatı daha da aşağı indirme ihtimaliniz yok değil. Bazı esnaflar ise ücret belirleme işini size bırakıyorlar. “Şu ne kadar?” diye sorduğunuzda “Sence ne kadar?” diye bir soruyla karşılaşıyorsunuz. Herhangi bir fiyat söylerseniz yüzlerini buruşturarak o fiyata göre yüksek bir meblağ telaffuz ediyorlar. Bu durumda “Bence bu bedava” demelisiniz ki o şeyi uygun bir fiyata alabilesiniz.
Aklınıza gelebilecek her şeyin olduğu bu pazardan tabiî ki biz de elimiz boş dönmedik. Yine ev arkadaşlarımı mesut edecek bir hediye aldım. Evimizin en büyük eksiklerinden biri olan doğrama tahtası… Bundan sonra “Bu gömleği de Paris’ten aldım” tarzı cümleler kuranlara, “Ben de bu doğrama tahtasını Tunus’tan aldım, patlıcanı Tunus palmiyesinin üzerinde kesince daha bir güzel oluyor yahu!” demek istiyorum.
Alış verişimizi yaptıktan sonra arkadaşlarımla bölgenin merkezine doğru yürüdük. Wi-Fi bağlantısı olan bir restorana oturduk. Sanal âlemle hasret giderdikten sonra birer tane pizza yedik. Buradaki pizzaların görüntüsü İtalyan pizzasına çok benziyordu. Türkiye’deki pizzalar gibi karışık bir görüntüden öte sade bir hali var. Fakat tadı İtalyan pizzasından oldukça farklıydı. Pizza yapımında aşırı derecede sarımsak ve baharat kullanılıyor.
Yemeğimizi de yedikten sonra otobüslere binilecek meydana gittik ve oradan da kafileler halinde gemiye döndük.
Ertesi gün öğle vaktinde Bardo Müzesi ve Kartaca bölgesini gezmek için tekrar gemiden ayrıldık.
Bardo Müzesi, Parlamento binasının hemen yanında bulunuyor. Dışarıdan bakınca sade bir yapısı olduğu görülüyor. Fakat içerisini dolaştığınızda Osmanlı işlemeleriyle dolu odaları görüyorsunuz. Özellikle bazı odaların tavan işlemeleri ağzımızı açık bırakmıştı. Bu müzede duvarlara ve yerlere yerleştirilmiş birçok Roma mozaiği bulunuyordu. Mozaiklerin yere yerleştirilmesine çok şaşırmıştık. Tarihi eserlerin üzerlerine çakma ayakkabılarımızla basıp geçiyorduk. Burada kaidelerin üzerine konmuş birçok heykel ve büst de vardı. Boş kaideler de dikkatimizden kaçmadı. O boş kaidelerin üzerine çıkıp da fotoğraf çektirenler de oldu.
Bardo Müzesi’nden sonraki durağımız Kartaca harabeleriydi. İlk gittiğimiz bölge bir tepeye konuşlandırılmıştı. Tunus’un manzarası buradan başka bir güzeldi. Burada bir Katolik Katedrali ve eskiden papaz okulu olarak kullanılan şimdi ise müze işlevi gören Kartaca Müzesi de yer alıyordu. Kartaca, Pön Savaşları sırasında Roma tarafından yakılmış, yıkılmış ve yağma edilmiş. Müzedeki maketlerden gördüğümüz kadarıyla görkemli bir şehir yapılanmasına sahip olan Kartaca’dan neredeyse hiçbir şey kalmamış. Bu bölgeyi gezdikten sonra sahil kenarında bulunan Büyük Kartaca Hamamı’nın harabelerinin olduğu bölgeye gittik. Bu bölge Tunus’un en lüks semtlerindenmiş. Burası iki katlı lüks villalar ve elçilik rezidanslarıyla doluydu. Küçük bir tepede bulunan başbakanlık sarayı da tüm ihtişamıyla görünüyordu. Fakat o tarafa doğru çekim yapmak kesinlikle yasaktı. Güzel bir botanik bahçesinden geçtikten sonra hamamın olduğu bölgeye geldik. Hamam gerçektende çok büyük bir alana kurulmuş. İçeriye girdiğimizde kendimizi Counter Strike oyunundaki “de_dust” bölümünün içinde hissettik. Her an ileriki duvardan bir bomba gelecek endişesiyle sessizce ilerledik.
Bu bölgeyi de gezdikten sonra serbest zamanımız vardı. Bu serbest zamanda bir arkadaşımla sahil kenarında nargile tüttürmek için La Goulette sahilinde bir nargile salonuna girdik. Burada birçok şey gibi nargile de çok ucuzdu. Sahile doğru dumanlar savururken diğer arkadaşlarımız da yanımızda toplanmaya başladı. Birkaç saat orada oturduk. Sayımız yavaş yavaş artıyordu. Orada içecek olarak da sadece iki çeşit çay ve iki çeşit kahve vardı. Çaylar fıstıklı ve naneli, kahveler de Türk kahvesi ve Arap kahvesiydi. Çayı çok sevdiğimiz için bir de fıstıklısını içelim dedik. Fıstıklı çayın görüntüsü mide bulandıracak cinsten olsa da tadı fena değildi.
La Goulette sahilindeki koyu muhabbetin, içilen çayların ve kahvelerin, çekilen nargilelerin ardından gemiye doğru yürümeye başladık. Gökyüzünün kızıllığında gemiye bindik ve artık Tunus’tan da demir alma vakti gelmişti.
Denizde geçirdiğimiz sekiz gün oldukça rahattık. Bu rahatlık beni zaman zaman endişelendiriyordu. Hiç mi dalgası olmaz bu denizin diye düşünüyordum ki iki günlük dönüş yolumuz bol sallantıyla geçti. Hatta sallantıya dayanamadığım için bir günün neredeyse on beş saatini kamaramda geçirdiğim oldu.
Nihayetinde İstanbul’a vardık. İstanbul da bizi ikindi ezanıyla karşıladı. On günlük seyahatimizin sonuna gelmiştik. Yapılan çalışmalar, gezilen yerler ve edinilen dostluklar hayatımızın on gününe sığdıramayacağımız cinstendi. Bu yüzden katılımcılar her yerde kahvaltı organizasyonlarıyla buluşuyorlar ve barış çalışmalarının da devam edebilmesi için bir araya geliyorlar. Bugüne kadar İstanbul, Ankara, Kütahya ve Adıyaman buluşmalarına şahit olduk. Gemi katılımcıları tarafından kurulan Dünya Gençlik Barış Birliği de en kısa zamanda çalışmalarına başlayacak.
“We are all on the same boat (Hepimiz aynı gemideyiz)” Akdeniz Barış Gemisi projesinin bir sloganıydı. Bu projeye katılan gençler de “Hâlâ aynı gemideyiz” diyorlar.
1 Yorum