İbrahim Beyaz, büyümek istemiyor.
***
Köy yerinde şehirdeki gibi pek fazla oyuncak bulunmaz, çocuklar oyuncaklarını kendileri yaparlardı. Bahçede, tarlada, ahır kenarında buldukları her şey onlar için birer oyuncağa dönüşüverirdi. Önceki gün arkadaşlarıyla meşeliğe gitmiş, burada da kendilerine oyuncak olarak ağaç dallarını seçmişlerdi. İhtiyar bir meşe ağacından kopardıkları dallar birinin hayalinde at olmuştu, birinin yay, bir başkasının ise kılıç. Hepsi cesur yürekli birer savaşçıydı şimdi. Büyük mücadele karanlık çökünceye kadar sürmüş, ancak akşam ezanını duyunca vaktin farkına varabilmişlerdi.
Ezan okunmaya devam ederken apar topar köye doğru koşturmaya başladılar. Mezarlığın yanından geçerken korkularını yenmek için hep bir ağızdan alabildiğince yüksek sesle şarkı söylüyorlardı. Köyün içine girince hepsi evlerine dağıldı. Eve geç gelen her çocuk gibi Sarı da bahçeye girdiğinde kapıda kendisini bekleyen annesini buldu. Sarı saçlı, beyaz tenli bir çocuktu. Bu yüzden köydeki herkes onu Sarı diye çağırırdı. Bahçe kapısıyla evin kapısı arasındaki taş döşeli yolu, başı öne eğik vaziyette “suçumu biliyorum” der gibi bir tavırla yürüdü. Yine de annesinin “Neredesin bu saate kadar, öldüm meraktan, hiç gelmeseydin bari, şu pisliğe bak, çabuk git elini yüzünü yıka!” diye azarlamasından kurtulamadı. Gri lastik ayakkabılarını çıkarıp içeri girerken annesi elindeki dal parçasını alıp bahçeye fırlattı. Hırsını alamamış olacak ki bir de şamar aşk etti yüzüne.
Niye bu kadar kızmıştı ki? İyi olduğu için sevinmesi gerekmez miydi? Bilemedi. Yaşlı gözleriyle içerdeki divanda yatan hasta babaannesine baktı banyoya giderken. Yüreği sızlayan kadın “Vurmasaydın kızım” deyince “sen karışma anne!” diye tersledi gelini. Kötü biri değildi aslında, hastalandığından beri gayet güzel ilgileniyordu kayınvalidesiyle. Kapıyı kapatıp sofrayı hazırlamaya devam etti. Kayınvalidesini incittiğinin farkındaydı. Yaşlıların daha kolay kırıldığını unutmuştu bir anlık öfkeyle. Zaten her şey bir anlık öfkelerle olmuyor muydu?
Babası şehre gittiği için yer sofrasının etrafında babaanne, anne ve oğul vardı. Hepsi suspustu. Sarı annesine küsmüştü. Babaannesi torununu kendisine doğru çekti, kıvırcık saçlarını okşadı. “Anlat bakalım kuzum” dedi, “nereye gittin de anneni kızdırdın bu kadar?” Önce omuz silkti. Sonra asık suratıyla anlattı. “Yanağın acıyor mu?” diye sordu babaannesi şefkatle. Masumca başını salladı Sarı. Bir şeyleri anlatmak için girizgâhtı bu soru. “Biliyor musun?” dedi sonra yanağını okşayarak. “Benim annem çiçekleri çok severdi. Bahçede bir sürü çiçek yetiştirirdi. Her gün onlarla konuşur, yapraklarını severdi. Senin yaşındayken neden öyle yaptığını anlamazdım.” Şaşırdı Sarı. Babaannesini kendi yaşlarında düşünememişti. Devam etti yaşlı kadın. “Anneme cevap vermezlerdi. Annemse onların da canı olduğunu, bizim nasıl elimiz kesilince canımız acıyorsa onların da canının acıdığını söylerdi.
“Sen onlarla konuşuyorsun ama onlar sana cevap vermiyorlar.” demiştim anneme. “ Olur mu hiç!” demişti, “Ben onlarla konuştukça onlar da bana türlü renkleriyle, kokularıyla cevap veriyorlar. Ağaçlar da böyledir yavrum, dallarını kırarsak canları acır, onlarla konuşur seversek bize meyveleriyle, gölgeleriyle cevap verirler. İnsanlar da böyledir. Sen sen ol hiç kimsenin canını yakma, kalbini kırma, kimseyi üzme. Ağaç da olsa, taş da olsa merhametle davran. Olur da yanlışlıkla, istemeden can yakarsan özür dileyip helallik almayı da ihmal etme.”
Gelini utanmış fakat hiçbir şey söyleyememişti. Kalkıp sofrayı topladı, sonra da bulaşıklara girişti. Sarı şaşırmıştı. Hiç düşünmemişti ağaçların da canının acıyacağını. İçini pişmanlık kaplamıştı. Hemen gidip babaannesinin söylediği gibi özür dilemeli, helallik almalıydı o ağaçtan. Gerçi helallik nasıl alınır bilmiyordu ama özür dilese bile yeterdi herhalde.
Sabah erkenden evden fırladı. Taşlı ve tozlu köy yolunda yere sürüyerek eve kadar getirdiği ağaç dalını şimdi elinden düşürüp kırmaktan korktuğu kristal bir vazo gibi özenle taşıyordu. Köy meydanından geçerken elinde çay tepsisiyle arkasından “Sarı! Nereye böyle?” diye seslenen kahveci çırağına aldırmadı bile. Köyün dışına doğru aceleci adımlarla ilerlerken beyaz yüzü pembeleşmişti. Şakaklarından terler süzülüyordu. Annesinin ördüğü baklava desenli yeşil kazağının koluyla alnını sildi. Hızlı adımlarla yürümeye devam etti. Mezarlığın yanından geçerken hep korkardı. Babası ölülerden bir zarar gelmeyeceğini, asıl dirilerden korkması gerektiğini söylerdi her seferinde ama bunun ne demek olduğunu pek anlayamazdı. Küçük adımlarını daha da hızlandırdı. Mezarlığın arka tarafındaki meşeliğe bir an önce varmalıydı. Şehir yerindeki insanların vapura ya da otobüse yetişme telaşı vardı üzerinde. Biraz sonra meşeliğe geldi. Soluk soluğa kalmıştı. Elinde tuttuğu dalın sahibine doğru yürürken ayağını kaldırıp ileriye doğru her adım atışında yerdeki yapraklar savruluyordu. Bir gün önce yaptığı büyük hatayı telafi etmeli, kırdığı canı onarmalı, babaannesinin söylediği gibi helallik almalıydı. Fakat birkaç adım sonra gördüğü manzara karşısında öylece kala kalmıştı. Gözleri nemlendi. Dudakları büzüldü. Geç kalmıştı. Elindeki dalı, kökünden kesilmiş ihtiyar meşenin yanına bıraktı usulca. Yerde öylece yatan ağaçla konuşmaya başladı. “Babaannem dedi ki; ben senin canını yakmışım. Affet beni, seni kırdım. Özür dilerim.”
Yaktığı cana mı üzülmüştü yoksa helallik alamadığına mı? Bunun ayrımını yapabilecek yaşta değildi henüz. Yeşil kazağının koluyla gözlerini sildi. Uzaklara giden arkadaşından bir hatıra saklar gibi yerden birkaç tane meşe palamudu alıp cebine koydu. Gözyaşlarıyla eve dönerken, pişmanlığı hıçkırıklara dönüşen annesi, titreyen eliyle kayınvalidesinin açık kalan gözlerini kapattı. Büyüdükçe her şey daha da zorlaşıyordu.
İbrahim Beyaz