17 Aralık 1993
Nuri Pakdil, son zamanlarda ilginç bir biçimde gençlik anılarına dönüyor konuşurken. Daha önceleri böyle özel anıları pek paylaşmazdı. Hatta söz açıldığında, “Ağlamayalım beyler!” derdi. Anılarını konuşmak istediği zaman söze, “Sayın Su, bunu biliyor muydunuz?” veya “Sayın Su, siz de bilin bunu,” diye başlıyor. Tabii ki bunların birçoğunu yazamıyorum bu defterlere. Bugün de sabah saatlerinden beri birlikteyiz. Çocukluğundan başlayarak daha önce de anlattığı birçok acı tatlı anılarını yeni baştan anlattı. Özellikle babası ve annesiyle ilgili anılarını son derece içli bir dille anlatıyor. Annesinin kendisi çocukken ölümü, babasının da kendisinin gençlik dönemine rastlayan hüzünlü hayatı, belli ki çok derin izler bırakmış onda. Bu iki etkinin farklılığı yüz ifadelerinden okunabiliyor.
Bugüne kadar hiç konuşmadığı evlilik konusunu sormak istiyordum hep. Çünkü bu konuda ileri geri o kadar konuşuluyor ki… Bugünkü psikolojisini çok müsait bulduğum için bütün cesaretimi toplayıp sordum: Efendim, evlenmek üzereyken ayrıldığınızı biliyoruz. Anlatmak ister misiniz, kimdi, nasıl oldu, dedim. Ne tepki vereceğini kestiremediğim için cümlelerim hep yarım kaldı. Birden, nerden çıktı şimdi bu, dercesine, başını kaldırıp yüzüme baktı. Benim böyle bir soru sorabileceğimi hiç beklemiyor olabilirdi. Bugüne dek belki hiç kimse de sormamıştı. Sonra hafif bir tebessüm yayıldı yüzüne. “Her şey kaderin sınırları içinde olup bitiyor Sayın Su!” dedi ve sustu. Bir an konuşmayacak sandım ama beni yanılttı. Belki de konuşmak istiyordu.
“Bazı arayışların dışında ilk ciddi evlilik girişimimiz askerden dönüşte ve bir tren yolculuğu sırasındaki garip bir rastlantıyla başladı. Beyefendi, gerçekten kaderin dışında, dalındaki yaprak bile kıpırdamıyor. Bin yıl düşünseniz aklınıza gelmeyecek bir rastlaşmaydı. İstanbul’da yedek subay okulunu bitirdik, kurada Bitlis’i çektim. Trenle İstanbul’dan Maraş’a gidiyordum. Üzerimde de yedek subay kıyafeti var. Tren Eskişehir’de durdu. Yolcular indi, bindi ve tren tekrar hareket etti. Koltuğumda oturmuş kitap okuyorum. Okuduğum kitabı da söyleyeyim gülün; Hitler’in Kavgam’ı. Sizinle bu kitabı ve Hitler’i çok konuştuk biliyorsunuz. Tam o sırada bir erkekle bir genç kız, yani baba kız girdi kompartımana ve gelip benim karşımdaki boş koltuklara oturdular. Böyle bir karşılaşmanın evlilik noktasına kadar varacağı kimin aklına gelir? Kız, daha ilk anda dikkatimi çekti. Çok güzel bir kızdı. Güldüreyim sizi Sayın Su, inanın Türkan Şoray’dan yüz kat daha güzeldi. Bir süre sonra zihnim takıldı kaldı. Babasıyla konuşabilmek için bahane aramaya başladım. Nereden geliyorsunuz, nereye gidiyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz? Adam çok kısa, tek kelimelik cevaplar veriyor. Arada kıza da bir şeyler soruyorum ama babasının yanında cesaret edip söze giremiyor tabii. Kitap okur musunuz? filan gibi. Kız liseyi bitirmiş. Babası hukukçu. Ağabeyi de hukukçu. Ankara’da oturuyorlar, Eskişehirliler. Ankara’ya yaklaştıkça beni bir telaş aldı. Bir iletişim yolu kurmanın imkânını arıyorum. Adres, telefon vs. gibi. Ama bu nasıl olacak bilemiyorum. Tren Gar’a girdi, bunlar inmek için hazırlık yapmaya ve toparlanmaya başladılar. Babası önde, kız arkada tam kompartımandan çıkarken, kitabın arkasından kopardığım bir sayfaya, Bitlis’te gideceğim birliğin adresini yazıp babası görmeden kızın eline tutuşturdum. Kız da neye uğradığını bilemedi, bir an alıp almamakta tereddüt etti ama sonunda alıp cebine koydu. Bu adrese mektup yazın, dedim. Bir süre de pencereden uzaklaşıp gidişlerini izledim. Kız, Gar’ın kapısından çıkıncaya dek dönüp bir iki kez göz ucuyla baktı, daha doğrusu bakmaya çalıştı. Bu da bana umut verdi.
Tabii ki bende ne adres var ne de telefon. İstemem de mümkün değildi zaten. Sanki mutlaka bana mektup yazacakmış gibi büyük bir umutla beklemeye başladım. Sürekli aklımda o var. Birliğe her posta gelişinde beklediğim mektup gelecekmiş gibi bir beklentiye giriyorum. Bu durum, birkaç ay böyle devam etti. Sonunda bir gün beklediğim mektup geldi. Adresti, telefondu derken uzun uzun mektuplaşmalarımız devam etti, askerlik bitinceye dek. Hatta bu ilk mektubu kimin yazdığı meselesi bir cesaret göstergesi olarak, ‘sen yazdın, yok ben yazdım’ şeklinde aramızda bir şakaya dönüştü ve daha sonraki süreçte de devam etti. Ben, adresi vermeseydim nasıl yazacaktın, senin adresin olsaydı, kuşkusuz ilk mektubu ben yazardım, derdim.
Askerlik bittikten sonra DPT’de işe girdim ve evlenmeye karar verdik. Bu sırada onu, bizim çevremizle tanıştırıyordum. Nuri, çevrendeki insanlardan çok farklısın sen, derdi hep. Akif İnan, Türk Ocağı’nda çalışıyordu. Bir gün oraya gittik. Oradan çıkarken, bir iki münasebetsiz tanıdığa rastladık. Aaaa, Nuri Pakdil’e bakın, demişler arkamızdan. Akif çok saygı duyardı ona.”
Efendim, düşünce ve inanç dünyası itibarıyla size çok uzak mıydı kendisi ve ailesi, diye sordum.
“Ailesi çok uzaktı tabii,” dedi, “kendisi de kuşkusuz o aile içinde yetişmişti ama bizim sesimize kısa sürede aşina olmuştu. En ideolojik tavırlarımı bile çok iyi anlayabiliyordu. Bütün düşüncelerimi hiç sözümü esirgemeden söylerdim, bilsin ve alışsın, diye. Sonunda ilişkimizin adını koyma aşamasına gelindi. Maraş’tan babam, üvey annem, halam ve bir iki akraba daha istemek, nişan ve yüksük takmak için geldiler. Yenimahalle’de oturuyorlardı. Çok farklı iki aile karşılaşıyordu tabii. Maraş’tan gelen kadınların kıyafetleri çok ilginçti. Karşılaşmayı görmeliydiniz. Tören yapıldı. O gün babamın, herkesi boş vererek ellerini açıp çok içten ve samimi bir biçimde dua edişini hiç unutamam. Hiçbir şeye aldırmadan, doğal bir dua yaptı. O sahne, hâlâ gözlerimin önünde bir fotoğraf gibi durur. Böyle bir süre daha devam etti ve düğün aşamasına gelince, düğünün nasıl yapılacağı konusunda bir anlaşmazlık çıktı ve her şey bitti gitti.”
Anlaşmazlık sorunu neydi efendim? Bu kadar güçlü bir ilişkiyle aşılabilirdi belki, diye sordum. Elini boşlukta salladı ama hiçbir şey söylemedi. Anlatmak kendisini rahatlatmıştı.
Hüseyin Su
(Kaynak: Hüseyin Su, Takvim Yırtıkları 3, Şule Yayınları, 2. Baskı, Sayfa 393-396)
1 Yorum