Arz, ayaklarımızın altından kayıyor. Nasıl kaymasın ki? Dişli gıcırtılarının çocuk çığlıklarını bastırdığı bir dünya burası. Her gece dünyanın yok olup gitmesini temenni ederek uyuyup sabahına çocukların hunharca katledildiği bir dünyaya uyanıyoruz. Etrafı bombaların açtığı çukurlarla çevrili, üzeri betondan kulelerin gölgesinde kalmış bir tarla düşününüz. Tarlanıza akması gereken suyun başında buraların yerlisi olmayan keşikçiler var. Kuzucuklar öldürülüyor. Fırat nehrinin civarı kan gölü. Yani Hazreti Ömer’i özlemek için bütün şartlar hazır. Zâlim olmaktansa bin defa mazlum olmayı tercih edecek bir kalbe sahipseniz bu şartlar altında ne yapardınız? Biz de kendimize bu soruyu sorduk ve arkadaşlarımızla buluşmanın en doğrusu olacağına karar verdik. Mâdem ki tehlikenin kol gezdiği bir zamandayız ve mâdem ki arkadaşlık birbirinin arkasını kollayan, birbirine kalp olan insanların harcı; öyleyse bize düşen arkadaşlığımızı perçinleyecek faaliyetlerde bulunmak ve saflarımızı sıklaştırmaktır.
Sulhi Ceylan, Celâl Kuru ve Feyyaz Kandemir buluştuklarında sokaklarda kuşlar cıvıldamıyordu. Daha birkaç hafta önce Simurg’a çağırdığımız martılar bizi gördüklerine memnun olmuş gibi durmuyorlardı. Evvelce bankaların bakışlarımızdaki pervâsızlıktan irkildiklerini hissederdik ama bu sefer hiç de öyle olmadı. Kime ve neye baksak gırtlağımızda bir yılan düğümleniyordu sanki. Yoksa içimize bastırıp durduğumuz isyan bizi kendine doğru çekmişti de her şey bize bu yüzden mi küskündü? Bilmiyoruz. Bildiğimiz şu ki, insan kendine karşı kördür ve arkadaş en çok böyle durumlarda arkadaşına ayna olmalıdır. Mekâna geçildiğinde herkes kendisini birçok aynanın karşısında bulmuştu. Sulhi’ye bakan Ersel’in huzursuzluğunu görüyor, Ahmed’e bakan Celâl’in tereddütlerini okuyordu.
Hepimizde bir tutukluk vardı, bir türlü sohbete başlayamıyorduk. Eğer İbrahim Aksu çıkagelmese belki de hiç başlayamayacak ve geceyi birbirimize bakarak geçirecektik. İbrahim gelir gelmez anatomiden temel erdemlere, Fârâbi’den İmam Gazâlî’ye birçok konu ve kişiye temas ederek Çaykolik Sohbetlerini arzu ettiğimiz seviyeye çıkardı. Bir ara darlanan ve yerini yadırgayan Feyyaz dışarı çıktı çünkü şiir okumak, şiire sığınmak istiyordu: Şiirsemişti. Ezberden birkaç mısra mırıldanmaya başladı, şiirin kokusunu duyan dışarıya çıkıyordu. Birlikte Fuzûlî’den şiirler okuyup şerhlerini yapınca içimizde bir çözülme meydana geldi, kesâfetten letâfete doğru bir seyirde gibiydik. O ara sanki bir martının sesi duyuldu. Civardaki antikacılar kepenklerini indirmeye başladı. Mustafa şiirin çekim gücüne karşı koyamadığını fark etti. Süleyman gökten sarkan bir yıldızı tutup çayına karıştırıverdi. Evet, bir şeyler değişmeye başlamıştı çünkü değişip dönüşmekte mahir olan kalplere hitap edilmişti.
Yeteri kadar avunmuştuk. Çaykolik’in emektarı Fatih’le helalleşip bir an önce yola revan olmalı, adımlarımıza hasret kalan sokakları daha fazla bekletmemeliydik. Herkes kapıya doğru yönelmişken Kadıköy’ün kendini denize doğru çektiğini fark ettik. Evet evet Kadıköy ayaklarımızın altından kayıyor ve hepimiz Moda sahiline doğru sürükleniyorduk. İşin garibiyse kimse yerinden kıpırdamıyor ve sanki gönüllü olarak Marmara’nın soğuk sularına kendini bırakmak istiyordu. Kadıköy tamamen kendini denize bıraktığında günah ve sevap, ak ve kara, kadın ve erkek, cennet ve cehennem arasındaki zıtlık kalkmış Tevhid kendini izhar etmişti. Gerçi Tevhid apaçıktı ama görecek kalp lâzımdı.
Edebifikir Haber Ajansı
1 Yorum