İnsan konservesini andıran tramvaydan kendimi dışarı attım. Benimle birlikte inen kalabalığın arasından sıyrılıp hızlıca yolun karşısına geçtim. Mesainin bitimine birkaç saat olmasına rağmen yolların bu kadar kalabalık olmasına içten içe söylenerek Rampalı Çarşı’ya girdim. Hafta içi olduğundan tüm kitapçılar tenhaydı. En alt kattaki sahaflardan birindeki uzun sakallı, orta yaşlı adamın önündeki masaya sırt çantamdan çıkardığım poşetteki dağılmış, sararmış eski yazılı kitabı hızlıca bıraktım.
“Abi kolay gelsin. Bu kitap ilmihal galiba, tam anlayamadım bir bakar mısınız?”
Adam masanın çekmecesinden çıkardığı büyük, çerçeveli gözlüğü takıp kitabın sayfalarını çevirmeye başladı. Çatık kaşları, kısık gözleri ve alnında oluşan kırışıklığın yaşattığı gerilimle geçen yarım dakika sonunda:
“Evet abla. İlmihal ama çok değerli bir şey değil. Yine de isterseniz ciltleyelim birkaç saate gelip alın” dedi.
Hayal kırıklığımı örten bir tebessümle: “Tabiî 2 saat sonra gelip alırım” deyip çıktım. Yeniden söylenmeye başladım içten içe. Değerli değilmişmiş. Ben şimdi dedeme ne diyeyim? “Dede senin kitap var ya… Ya hani şu benim tarihi eser bu, yakma dediğim hani. Hah, o tarihi eser falan değilmiş. Kusura bakma biraz fazla gaza gelmişim ben” mi diyeyim?
Rampalı’dan çıkınca iki saat boyunca ne yapacağıma dair bir fikrim olmadığından öylece yürümeye başladım. İplikçi Caminin önünde mendil açıp melodika çalan oğlan çocuğunun önünden geçtim. Şerafeddin Cami önündeki meydanda güvercinleri yemleyen genç kadınla, güvercinlerin arasına dengesini zor sağlayarak acemi adımlarla dalan, havalandıklarındaysa korkuyla ağlayan çocuğunun görüntüsünü kafamda yavaşlatıp tekrar tekrar izledim. Kadının ağlayan çocuğuna gülmesine canım sıkıldı, o kısmı kestim. Bunu da hikâyenin uygun bir yerinde kullanırım diyerek yürümeye devam ettim.
Valiliğin önünden sağa dönüp bedestenin içine saptım. Kuyumcuların olduğu arastanın sonundaki baharatçı dükkânlarının önünde aylardır asılı duran, renkleri solmuş patlıcan ve biber kurularının orada öylece tozlanmasından duyduğum üzüntüyle iç çektim. Kuru sebzelerin de bir kaderi var işte gibi ibretlik bir sonuca ulaştığımda Aziziye Camine gelmiştim. Bu şehirde her sokak bir camiye çıkıyordu sanki. Sanki değil, sahi.
Caminin yanındaki banklara oturup beklemeye başladım. Pencereleri kapılarından büyük olduğundan camiden çok kiliseyi andıran yapıyı hayretle izlerken sahafa gidip kitapları almak için hâlâ 1 saat 17 dakikam vardı. Ben de bir haftadır sonunu getiremediğim hikâyenin beynimde yaptığı baskıdan kurtulmanın çaresine bakmaya karar verdim. Kilidi aç, uygulamalar, rehber, Sema, ara. O kadar mahcuptum ki arasam da konuşamayacağımı fark edip ikinci çalışında telefonu kapattım. Midemdeki kasılmaları istemsizce sallamaya başladığım sağ bacağım takip etti. Böyle olmayacaktı en iyisi mesajla anlatmak deyip yazmaya başladım:
“Sema, ameliyat sonrası iyiye gittiğin haberini aldığımda verdiğim sözü tutamadım. Aslında hikâye güzel başladı hatta yaşadıklarını en başından başlayarak o kadar detaylı anlattım ki kış uykusuna yatan su kaplumbağanı öldü sanıp toprağa verişinden dahi bahsettim ama sonu bir türlü gelmiyor işte. Bu yüzden bir haftadır doğru düzgün uyuyamıyorum biliyor musun? Telefonlarına da bu yüzden dönemedim. Özür dilerim .”
Mesajı gönderdim. Omuzlarımdan bir yük kalkacağını düşünürken bu sefer de beynimde mahcubiyetin baskısını hissediyordum. Karşıdaki attarın bir yeşil bir kırmızı yazılar geçen levhasını okuyarak düşüncelerimin yönünü değiştirmeye çalıştım. “Bir haftada tam 10 kilo zayıflatan Gojiberry çayı bulunur!!!” Derken telefon çaldı. 5 paket Gojiberry çayını birden içip yok olma isteğiyle telefonu açtım.
“Kızım Vesile teyzen ben” dedi hıçkırarak.
“Vesile teyze bir şey mi ol…”
“Sema’yı kaybettik kızım. Seni aradık ulaşamadık, bir hafta oluyor…”
Vücudumdan kanın yavaşça çekilmesinden başka hiçbir şey hissetmedim. “Başınız sağ olsun, çok çekmişti, Allah kurtardı üzülmeyin” gibi teskin edici birkaç beyhude cümle kurmalıydım ama söyleyemedim.
“Birkaç parça kıyafetiyle kitapları var. Müsait olduğun zaman gelip alır mısın?”
Olur deyip telefonu kapattım. İçim sessizlikle çınlayan uzun karanlık bir koridor kadar huzurluydu. Hikâye tamamlanmıştı. Hem de kalan birkaç parça kıyafet, bir koli kitap, zayıflama çayları, cevapsız çağrılar, kadar diri…
Sema’nın ruhunu göklere çekildiğini duyduğumda, zamanın, mekânın ve eşyanın da ruhu çekilmişti. Sahafa gitmek için ayağa kalkıyorum. Ayaklarım yere değmeden, bir boşlukta yürüyorum.
Gülsün Bayar
2 Yorum