Buradayım. Yalnız bir mekânın mümkününde. Koşuyorum. Ne yöne koşsam, diğer yana geç kalmışlığımı götürüyorum yanım sıra. Vardığım hiçbir yer uzunca bir vakti kapsayacak kadar benim değil. Kaç bir başkası var içimde? Kaç tane ben? Sabah, öğle, akşam… Kaç vakit başka bir kimlikle varılmayı bekliyor sırada? Yorgunum. Parmak uçlarıma kadar. Fakat bu kalbime dokunan bir yorgunluk değil bu kez. Yumruğumu sıktıran, öfkemi palazlayan ya da… Sadece yorgunum. Bir beden nasıl yorgunsa öyle.
Kendi içine dönmeye zaman bulamayan bir şimdiki zaman yolcusuyum. Araçlarla hızlı, fakat yorgun kalbiyle. Çoktan vazgeçtim şehirle hınca hınç tutuştuğum kavgadan. Şehirde kaldım, şehre bulandım ve geçtim şehirden. Yalnız bir lahza nasiplenemedim berraklığından denizin ya da göğün maviliğinden. Şehirden geçtim, şehirde hangi mevsim var onu bile bilemeden. Çünkü her mevsim yalnız o vaktin telaşını giyindim üstüme sokaklara çıkarken. Örgü bir hırka gibi başka bir kimliğim üstümde koştum sabah, öğle ve akşam.
Her sabah otobüslere bindim işe gittim. Kahvaltıları simitle geçiştirdim. Gittim çocuklara ümitvâr olun dedim, üzgün olun, şiir okuyun… Sonra her ayın sonunda banka hesabımdaki rakamdan büyük olun aklımda. Benden büyük olun. Öğrettiklerimden büyük… Gözlerine baktım bir tebessümle. Bundan hiç yorulmadım. Günbegün o çocuklar, altından kalkamam sandığım yükler yüklediler omuzlarıma. O yüklerle bir dayanak bulamadan ben daha, geldiler bana dayandılar… Kendi dallarımı kestim onları yasladım. Sonra dayanamadım. Okul çıkışlarında hıçkırarak ağladım. İçime doğru hıçkırarak otobüste. Eve doğru unutarak…
Durağa yaklaşınca çıkardım öğretmenliğimi sırtımdan. Sabah aceleyle cebime koyduğum alışveriş listesine göz attım. Süpermarkete uğradım evden önce. Mevsim sebzelerinden aldım. Memleketten gelmiş ne varsa evde gururla geçtim yanlarından. Aklımdan belki annem bahçededir diye geçirdim. Babam ağaçlara yeni meyveler aşılıyordur. Yaylaya ne vakit çıkmalı diye konuşuluyordur akşamları. Biraz taze köy peyniri aldım, babamın bahar açısı niyetine. Listede ne varsa aldım. Ekmeği bıraktım.
Eve vardım. Bir kadın oldum kapıda. Hemen açtılar mı diye nergislere koştum. Yemeği ocağa koydum. Evi düzene… Beklemeye başladım. Hiç alışmadan. Her gün yeni bir gün gibi beklemeye… Kapı zilini duyana kadar nefes bile almadan. Hoşgeldin dedim. Ekmeği aldım elinden. Yalnızlığımı tezgâhın bir köşesine bıraktım.
Yemek sonraları derse oturdum. Yeni yetme birinci sınıf öğrencisi oldum salondaki yemek masasında. Bu dönem masada Foucault için biraz daha yer açtım. Bir miktar da Cuma hutbeleri için… Wittgenstein felsefesine saplanıp kaldım bazen. Zihnimin sınırlarını dilimin sınırları belirler deyince İbn-i Rüşd ve Fârâbî felsefelerini karıştırdım biraz. Aklımı karıştırdım.
Kitaplığın karşısındaki koltukta uyuyakaldım ders sonraları. Kitaplık, neyim olmuşsa ömrümce servet niyetine… Tek bir satıra dokunamadım, tek bir cümle okuyamadım. Nasıl bilmiyorsam hangi mevsim var dışarıda, içerde hangi şiirler yazılmış öyle bilemedim. Yazmadım. Şöyle bir bakmadım içime nasıldır. Akşam haberlerine bakmadım, Ortadoğu’ya, ya da reel politiğe. Bu yeryüzü dediklerinin bir şifası var mıdır, sormadım. Çünkü çoktan kabullendim geç kalmışlığımı ardım sıra gelen tüm mevsimlere. Kaç parçaya bölünmüşsem, birini giydim, birini çıkardım. Bu yüzden kızmadım şehre. Ruhsuzluğuna, mutsuzluğuna ya da ümitten yoksunluğuna.
Üşütmeyeyim diye sessizce hırkasını bıraktı omuzlarıma. Rüyamda bir Anadolu türküsü mırıldandım Wittgenstein’ın kulağına.
Elif Bayır
5 Yorum