“Öteki” dosyamızın beşinci yazısını Nazlı Nesibe Kılıçoğlu kaleme aldı.
***
direnenlerin hatırasına…
oturup düşünüyorum yine. doğru, güneş batalı birkaç saat oldu. evet, ben de birçok genç kız gibi dizlerimi gövdeme çekmiş uzakları seyrediyorum. uzakları, yani birkaç metre ötemdeki boş beyaz duvarı… bir farkım yok hiç kimseden. sadece gözün görmediği yer derinleştikçe, insanın bakışının daldığı uzaklık da yakınlaşıyor sanki. ya da şöyle diyelim, evde lambalar bir bir kapandığında insan baş başa kaldığı sessizlikle ne yapacağını bilmiyor. yani dertlerim, insanlığın ve erkeklerin dertleri kadar “büyük” sayılmaz. ara sıra kovaçi’de kelimelerimi hediye ettiğim oğlanın neden hâlâ sıcak tebessümüyle yetinmeyip bana yazmadığını düşünmüyor değilim. ha bir de ne yalan söyleyeyim, bir adamın -yani şüphesiz iyi bir adamın- ‘edebi’ bir ‘fikir’le yazan kadın şairlerin neden ötekilerden olan leyla halid hakkında yazı yazmadıklarına dair sitemi, ara sıra içime oturuyor. önce boğazımda kalmıştı da…
tekrar soğuk su içtim şimdi. öğlen açtığım pencerelerin hepsini bir bir kapatıyorum. belki uykum gelir diye kaprislere girdiğim bilmem kaçıncı bu gece de on saniye sonra yanlışlıkla uyuyakalırken soğuk almayayım diye ah işte şu pencere pervazını da sıkı sıkıya kapattıktan sonra… az kaldı… az kaldı ağzımdan afili bir cümle kaçıracağım ve allah’ın da biraz yardımıyla muhteşem bir kelime yığınına dönüşecek bu yazı.
leyla… yok yok. yazamayacağım. ısmarlama bir duygu hissedilemez zaten. galiba, bazı kıymetler hakkında neden yazılamadığını erkekler anlayamayacaklar. adorno susmamış “auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” demiş. gazze’den sonra… neyse.
alay etmiyorum. gerçekten. bütün bu mükemmel olmayan mırıldanmalarımdan da utanacak değilim. ötekilerden hangisinin hakkında, ne yazayım ki? ben, alelade biriyim. evet, basın hazır. bir, iki, üç: nerede kalmıştık? “ey emperyalist dünyanın zalimleri! bugün öfkemiz, direncimiz ve bizi dik tutan kederimiz…” ee? özür dilerim ayşenur kardeşim, umarım onurlu ruhunu rahatsız etmemişimdir. inan ki bütün mikrofonları kırabilecek kadar cesurdum ama konuşmasam boğulurdum, konuştum sancıdım.
aldığım nefes ciğerime ulaşmıyor sanki. gövdemi camdan sarkıtıyorum. eylül de bitmek üzere, havada sonbahardan tek bir eser bile yok. “zam, sömürü, yağma düzenine hayır!” önümdeki dar sokaktan nadiren de olsa birkaç araba geçiyor. ikindi vakti başım zonklayarak bir göbek marul için dördüncü markete kendimi uğurlarken, top oynayan mahalle çocuklarının sesi şimdi sessizlikte yankılanıyor sanki. tom hurndall’ın da çok güzel bir fotoğrafı var ya hani, çocuklarla top yarıştırırken… ingilizlerin objektifi nadiren böyle hassas olur. aynı o fotoğraftaki gibiydi bu sokağın sabah neşesi. “sermayenin değil, rabbimizin kuluyuz!” oğlum dur la abla geçsin. sağ olun çocuklar. ve işte sanki kırk yaşındaki hanımefendi teyze, ağır adımlarla çocukların arasından geçiyor. biraz uyuşukluğu bırakıp hızlı davransa da oyun devam etse. “direniş davamız yargılanamaz!” göbek marulu da kapıp eve gelmiştim. aynı yerde bir ekip daha. yakar top beni yakmasa bari. şimdi, ılık bir siyah akıyor gözlerimin altından. bu sokak bütün o sade yaşanmışlıkları öldürmeye meydan okumuş gibi kararıyor. gecenin ortasında, binaların üzerinde tek tük ışıklar kaldı. ya hu şimdi aklıma geldi de, o ak sakallı dedeyi meydandan niye uzaklaştırmışlardı harbiden? “yaşasın küresel intifada!”
çocukken biz de çok oynardık sokak aralarında. çocukken dediysem işte, en fazla on yılı var herhalde. aslında bu ülkenin on, on beş yıl önceki hali eski bir haldi denebilir. bilirsiniz ya, iki binlerden sonra dünya çok hızlı değişti. hoş, ben o yıllardan da sonra doğdum ama… aslında doğumumla dünyada pek bir şey değişmedi ama doğumuma yakın tarihlerde gerçekleşen olaylardan hep onur duydum. bir tesadüf diye adlandırmadım hiç onları, hatta burnumun kalkıklığından bir tevafuk bile demiyorum olanlara. bu yaşananlar olsa olsa benim bayrağı teslim almam içindi. yoksa ne diye vicdan gününden tam birkaç hafta sonra doğmuş olayım?
dünyanın ne çelişkili bir güldürücülüğü var. düşünsenize, koskoca takvimin içinde bir vicdan günü var. oysa sahip olmadığı şeyi nasıl anabilir ki bir insan? on yaşındaki rachel “benim hayalim iki bin yılında açlığı sona erdirmek!” diyor konuşmasında. ben doğmadan önce bu açlık bitseydi ne iyi olurdu. allah vere de kışa kadar işimiz bitmiş ola, dedi babam dün telefonda. aralık’ta aldığımız parayla tüm kış evde biraz daha rahat geçinirdik. olsun. şu an sesimi duyabiliyor musun bu pencereden bilmiyorum ama bahsettiğin başka süresiz hakikatler var. mesela ben senin rüyanı görebiliyorum rachel, senin de o günlerde mutlaka benim rüyamı gördüğünü biliyorum. “ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.” diyor şair. keşke kalabilseydin ama işte buradayım. yani senin kadar öteki, ötelerden gelen zarif bir iyi değilim belki ama benim de ara sıra idare eder bir halim var.
az kalsın kendi sözüme inanacaktım. idare edemem, benimle de idare edilemez. sıradan bir insan olduğuma hiç şüphem yok. ama kanımın böyle sıcak aktığı gecelerde ötekiyi, ötekileştirilenleri düşünmeden edemiyorum. tiz bir keman çığlık atıyor sanki zihnimde. sonra bir isim geliyor aklıma ve keman iyice şiddetleniyor: öteki değil, o tek iyi! bu kaliteli sandığın kelime oyununu alkışlamalı mıyım, diye azarlıyorum ince notaları. biliyorum. öteki deyince, daha itilip kakılan birisine sanki sen de dirsek atıp onu çemberin dışına atmış gibi oluyorsun. mesela insanlığın ötekisi denebilir mi yahudilere? hafazanallah. rachel’in yahudi olduğu geliyor aklıma. beynim değil, kalbim zonkluyor. diyenler utansın. yani bana öyle geliyor ki dünyada anmaya değecek tek bir millet var. o da o tek iyilerden ibaret. ben henüz milletimin ne olduğunu bilmiyorum. daha doğrusu var olan o millete dahil olup olamadığımı, yani bir milletimin olup olmadığını… olan insan ancak ölen insandır, derlerdi. her halde ben de ölene kadar bilemeyeceğim. sormuşlar ya leyla halid’e, devrim gerçekleşirse eğer bu topraklarda kimler yaşayacak, diye. birlikte yaşayacağız ve birlikte yaşamak isteyen kim varsa… benim kalbim böyle bağışlayıcı olur muydu, onu da bilmiyorum. ama anılmaya değer bir millet haline gelmek, böyle olsa gerek.
öteki demeyelim de, o tek iyi diyelim. yine de iyi kavramının içine isimleri yazmadan edemiyorum. oysa, bir zulme taşımacılık yapan petrol ofisinin reklamının üzerine şair mehmed akif’in fotoğrafını koymuşlardı da çok utanmıştım. ben de ötekilerden, daha doğrusu o tek iyilerden biri hakkında konuşmaya başlayınca böyle rezil olacağım sanıyorum. herkesin konuştuğu bir dünyada, kelimelerin ifade ettiği anlamlardan artık endişe duyuyorum. ben kimim ki rıfat hocanın masalını anlatabileyim. ya da kendimi ifade ettiğimdeki acizliğimden utanmayıp derviş’in kelimelerini çalayım: ben kimim ki yıkabileyim hiçliği?
düşünüyorum da… taif’te taşlanan peygamberin bir çift kelimesinin ima ettiği bir eşya bile olamadığım halimle, içimde ne taşkın isyanlar taşıyorum. ne isimleri, ne iyileri rahatsız etmeyeyim diye diye, tek tek bütün kelimelerin içini deştim durdum. sanki sakladığım bir bıçak vardı da belimde, sivri ucunu getirip bu pencerenin önünde göğsüme dayadım. tedirgin, bütün kelimelerimi silip kayıplara karışmak ile vurdumduymazlık arasında gidip geliyorum. alelade bir insan olduğuma inancım, kalbime vurup duymadan kaçabileceğimi fısıldıyor. kanıyorum.
aleladeliğimden şüphem yok. bu kelime de söylendikçe ne garipleşiyor böyle. sıradanım yani. normal olmadığımı ima ederek, farklılığımı vurgulamaya kalkışan herkesle ilişkimi kestim. ben o kuvvetin insanı değilim. hem herkes bu aynılığımda karar kılar zannediyordum. ha bir de udumu elime ilk aldığımda marsil halife’nin mızrabı olacağımı sanmıştım: haifa started here! o değil de, anmasına andın ama hayfa’da doğan leyla halid hâlâ yaşıyor, dediler. yok artık! daha neler?
ölünmeyince, isim anılır mıymış hiç? aman, zaten kim benim sayıklamalarımı ciddiye alacak? bir georges perec olamam ya neticede. uyusam iyi olacak. onlar ötelerin iyisiydiler. bense ölüme direnemiyorum, pencereyi kapatsam içim alev alacak.
Nazlı Nesibe Kılıçoğlu