“Öteki” dosyamızın dördüncü yazısını İbrahim Orhun Kaplan kaleme aldı.
***
Kant’a göre insan, doğası gereği hem bir toplumun parçası olma ihtiyacı duyan hem de kendi bireysel varlığını bu topluma karşı ortaya koyma arzusunda olan bir varlıktır. Toplum içinde yaşamak, insanın hem kimlik kazanması hem de gelişim göstermesi için kaçınılmaz bir koşuldur. Çünkü kişi, sosyal etkileşimlerini ve toplumsal bağlantılarını ancak ötekiler içinde deneyimleyebilir. Bu sayede kendini tanıyabilir, yeteneklerini fark edebilir ve kimliğini şekillendirebilir. Başka bir deyişle, bireyin gelişimi ve kimlik kazanımı, toplumdaki ötekilerle kurduğu ilişki sayesinde mümkündür.
Ancak bununla birlikte, kişi sadece topluma uyum sağlayarak var olmaz; topluma karşı bir direnç göstererek kendine özgü bir duruş sergileme ihtiyacı da hisseder. Bu direnç, kişinin içsel özgürlüğünü keşfetmesine, yeteneklerini ortaya çıkarmasına ve potansiyelini geliştirmesine olanak tanır. Toplumun dayattığı normlara tamamen boyun eğmek yerine, bireyin bu normları sorgulaması ve gerektiğinde karşı durması, onun kendini özne olarak bir şekilde ifade etmesine zemin hazırlar. Bu içsel direnç, kişinin sadece bir topluluk üyesi olmasının ötesinde, kendine özgü bir kimliktir ve ancak öteki kimliklerle değer kazanır. Dolayısıyla, insan hem topluma ait olma ihtiyacıyla hem de ötekiler üzerinden özgürlüğünü ve kreatif yönünü savunma dürtüsüyle şekillenen bir varlıktır denebilir.
İnsan bir kez toplum içinde ötekinin otoritesiyle yüz yüze gelmeyegörsün, hemen gardını alarak bu baskıya karşı tavır alır ve kendini otoriteye karşı çıkmanın yollarını düşünürken bulur. Bu tür bir dışsal baskıya karşı durmak, insanın var olduğu toplum içinde, kişisel özgürlük bilincinin uyanmaya başladığı andır. Kant’ın da ifade ettiği üzere zaten insan hem toplumsal hem de kişisel alanlarda var olduğunu hissetmek ister. Bunu istediği için üzerinde kurulan bu otoriteye ve baskıya karşı çıkarak kendi özgürlüğünü ve öz benliğini toplumsal olan üzerinden keşfetmeye başlar. Bu durum, insanın doğasında var olan özgürlük arayışının ilkel bir biçimi olarak yorumlanabilir. Öyle olsa bile bu direnci, kendini toplumdan tamamen soyutlayarak yapamaz çünkü öz varlığını yine kendi toplumu içindeki ötekiler üzerinden duyumsamak zorunda kalacağından bu riske girmek istemez.
Öte yandan kitle içinde ötekine direnç göstermeyi tercih eden ve kendini ifade etme arzusuyla yanıp tutuşanların özgürlüğe yönelik her hamlesi, kitle içinde doğacak yeni bir kitlenin ilk kıvılcımlarıdır. Aynı toplum içindeki farklı kitle hareketleri hem bireyin hem de diğer kitlelerin yaşamlarına dinamizm olarak yansır. Bu da bir yandan özgürlük mücadelesi olarak şekillenirken diğer yandan bir başka otoriteye boyun eğme anlamına gelir. Fakat bir toplumun tamamen dışında kalan başka bir öteki ile karşılaşma durumunda o toplum içindeki bütün farklılıklar ve mücadeleler yerini en dışta kalana yani düşmana karşı tavır almaya bırakır. Böylece toplumların yavaş yavaş dışa açılmaları ve kendi varlıklarını duyumsamaları söz konusu olur. Buna dünya tarihinin de başlangıcı diyebiliriz.
***
Öteki açısından bakıldığında tarihsel süreç oldukça önemli veriler sunar. Bilindiği üzere tarih, büyük ölçüde güçlü milletlerin geçmiş tecrübesi ve bunun yorumlanmasından mürekkeptir. Bu milletlerin gerçekleştirdikleri eylemler, oluşturdukları kültürler, ürettikleri politikalar ve hayat tarzları tarihin şekillenmesinde başat rol oynar. Güçlü milletlerin yaşam pratikleri ve bu pratiklerin uzantıları, zamanla tarihsel olayların çerçevesini çizer ve tarihsel bilgi birikiminin de temelini oluşturur. Tarihin daha iyi anlaşılabilmesi için ise tarihçiler ve filozoflar, genellikle bu güçlü aktörleri ve milletleri baz alarak, zaman, mekân ve olaylar arasında bir ilişki kurar; bu şekilde kronolojik bir çerçeve belirleyerek, insanların tarihsel bilinç edinmelerini sağlar. Öteki söz konusu olduğu zaman ise bu tabloyu kimin çizeceği meselesi daima önceliklidir.
Ne var ki, uzun bir süredir hem Doğu hem de dünya tarihi birikimi büyük ölçüde Batı’nın kavramları ve teorileri üzerinden okunuyor. Tarih anlayışları, Batı’nın belirlediği normlar, değerler ve bakış açılarıyla şekillenmiş durumda. Bu durum Batı’nın, özellikle modern dönemde, bilim, teknoloji, kültür ve siyaset gibi birçok alanda baskın hale gelmesi, tarihsel kavrayış ile Doğu-Batı karşıtlığını da unutturmuş gözüküyor. Oysa Doğu ve Batı’nın birbiri ile olan ötekilik ilişkisi hayli eskidir.
Hippokrates ve Herodot’un yaşadığı M.Ö. 5 ila 4. yüzyıllar, Doğu ve Batı arasındaki çatışmaların oldukça eski tarihsel arka planını gösteren önemli tarihlerdir. Bu dönemde, Doğu ve Batı arasındaki ötekileşme belirginleşmiş ve bu iki bölge arasındaki farklılıklar, tarihin sonraki dönemlerinde de sıkça vurgulanmıştır. O tarihteki metinlerde de sıkça geçtiği üzere birinin diğeri üzerinden var olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız. Öte yandan sadece bir çatışma ve rekabet olarak görülmemeli bu ilişki. Aslında dikkatle bakıldığında ötekiler, daha derinlerde kültürel kaynaşmanın ve karşılıklı teknik etkileşimin de işaretlerini taşır. Haliyle Doğu ve Batı’nın tarihin en eski dönemlerinden itibaren hem mücadele hem de karşılıklı alışveriş içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Doğu-Batı, Mümin-Kâfir, Barbar-Medeni, Haç-Hilal vd. tüm ötekileştirmeler, kimlik oluşturmak hatta bir kimliğe şekil vermek için en etkili yoldur. Çünkü homojen bir “öz varlık” yerine “diğer” bir kimlik oluşturmak ya da farklı bir kimliğe maruz kalmak çeşitlilik ve dinamizm sağlar. Böylece, icat edilen kimlik tanımlamalarından yola çıkarak tek bir “öz varlık” olmadığı ve bu tek “öz varlığın” daha kolay tanımlanabileceği düşüncesinden millet olabilmenin imkânı doğar. Bir nevi yapboza dönüştürülen kimlik problemi böylelikle daha pratik sonuçlar sunmuş olur. Yazının girişinde belirtildiği üzere bir topluma ve toplum içinde ayrıcalıklı yerini hissetmeye ihtiyaç duyan insanın yapı içerisindeki başkaldırışlarını bu “diğer öteki” kimliği ile bastırmak mümkündür.
Avrupa her yeni dönemde ve çığır açıcı gelişmede bu verimli yönteme başvurmuştur. Bu bağlamda, “öz varlık” ve “diğer” terimleri günümüzde “biz” ve “onlar” anlamına gelmektedir. Orta Çağ’da, “öz varlık” iyi ve dürüst olanı temsil ederken, “diğer” terimi kötü ve istenmeyen anlamında kullanılmıştır. Avrupa’nın bu yaklaşımı günümüzde bütün ağırlığını korumaktadır. Bu sistemde ilk adım olarak hayali bir “diğer” kimliğin yaratılması gerekmektedir. Mesela yüksek rütbeli Hristiyan din adamları, Avrupa kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynamış ve bu amaçla İslam’ı en uygun öteki olarak belirlemişlerdir.
İslam, sadece kötü bir etki olarak değil, aynı zamanda bir tehdit unsuru olarak sunulmuştur. Çünkü Avrupa için öteki tehlikesi bütüncül, esnek ve kullanışlı bir unsurdur. Bu sebeple İslam’ın bir “öteki” olarak icat edilme sürecinde İslamiyet’e yönelik çeşitli suçlamalarda bulunmuşlar, aşağılayıcı ifadelerin dozunu yerine görüne artırmışlar ve Hıristiyan din adamları vasıtasıyla İslamiyet’i sık sık putperest pagan bir din olarak propaganda etmişlerdir. Bu şekilde Avrupa, kendi uyumsuzlarını İslam karşısında birleşmeye çağırarak kendi toplumu içindeki ayrıksıları, düzen bozucuları ve dışlanmışları; bir tehdit unsuru olarak gösterdikleri İslam sayesinde dize getirmiş ve topluma dâhil etmişlerdir. Dolayısıyla bu korku ve telaş sayesinde Avrupa birliği meydana getirildi.
Sonuç olarak öteki unsuru insandan topluma, toplumdan da milletlere uzanan olmazsa olmaz bir araçtır. Avrupalılar bu hususta bir örnekti. Onlar ne zaman bir ilerleme ya da ifsat hareketine başlayacak olsa ötekine sarılmayı tercih etmiştir. Bunu yaparken soyut ve somut olarak iki yönde hareket etmişlerdir. Maddi koşullara hükmettiği gibi duygusal bakımdan da hükmetmenin yollarını aramış, istenmeyen durumları öteki olarak ilan ederek yok edilmesi için gereken ne ise yapmışlardır. Bu bakımdan öteki ve ötekileştirmek insanın dizginleyemediği hayvani arzularının gücüne de işaret eder.
İçinde olduğu toplumda öteki ile ilişki kurarak kendilik bilincini bulan insan, aynı şekilde öteki ile özgüllüğünü keşfeden toplumları oluşturdu. Doğanın da dayattığı şartlar ile etkileşimde bulunmak zorunda olan toplumlar çok geçmeden millet olabilmenin imkânlarını keşfetti. Artık hiyerarşik bir düzende var olmanın gerekliliklerini yerine getirmek için devletler ve onların birleşik yapıları söz konusu. Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bu yapılara uyum sağlayamayan ve öteki pozisyonunda olan birçok insan ve kitle hareketi vücuda geldi. Bakalım tarih denilen tamahkâr tüccar onlar için nasıl bir gelecek hazırlamakta…
İbrahim Orhun Kaplan