Bir Öteki Propagandası Olarak İslamofobi ve Hollywood’un İdeolojik Arka Planı

“Öteki” dosyamızın üçüncü yazısını Adem Suvağcı kaleme aldı.

***

İslamofobi, modern çağın en büyük toplumsal yaralarından biri. Bu kavram, sadece belirli bir dini inanç sistemine karşı duyulan korku ve düşmanlık olarak tanımlanamaz; aynı zamanda bu korku ve nefretin, Batı’nın ideolojik ve kültürel mirası içinde nasıl inşa edildiği, yeniden üretildiği ve yaygınlaştırıldığı bir süreci de kapsar. Bu sürecin en güçlü araçlarından biri, şüphesiz, kitlesel kültürün en etkili taşıyıcılarından olan sinemadır. Sinema, sadece eğlendiren ya da düşündüren bir sanat formu değil, aynı zamanda toplumların bilinçaltına nüfuz eden, düşünme biçimlerini şekillendiren ve ideolojik yapıları meşrulaştıran bir güçtür. Bu bağlamda Hollywood, küresel sinema endüstrisinin merkezi olarak, İslamofobik temsillerin ve ötekileştirme pratiklerinin en büyük üreticilerinden biri hâline gelmiştir.

İslamofobi, günümüz dünyasında sadece bireylerin zihinlerinde var olan bir korku ya da nefret duygusuyla sınırlı kalmayan, bilakis Batı medeniyetinin kendi kimliğini ve üstünlük iddiasını pekiştirmek adına yüzyıllardır inşa ettiği derin ideolojik bir yapı. Bu ideolojik yapı, Batı’nın kendini medeni, ilerici ve akılcı olarak tanımladığı, buna karşın Doğu’yu, özellikle de İslam’ı, barbar, gerici ve tehlikeli bir öteki olarak kodladığı bir süreç içerisinde şekillenmiştir. Bu süreç, sadece entelektüel düzlemde değil, aynı zamanda popüler kültürün en etkili aracı olan sinema sanatında da kendini göstermiştir. Sinema, Batı’nın bu ideolojik kodlarını yaygınlaştırmak ve derinleştirmek için kullandığı en güçlü enstrümanlardan biri. Özellikle Hollywood, küresel kültür endüstrisinin kalbi olarak, İslamofobik temsillerin en büyük üreticisi ve yaygınlaştırıcısı konumunda.

Hollywood sinemasının ideolojik arka planını ve bu arka planın bir İslamofobiye dönüştüğünü anlamak için öncelikle sinemanın tarihsel olarak nasıl bir güç dinamiği üzerine inşa edildiğine bakmak gerekir. Hollywood, doğuşundan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin hegemonik gücünü yansıtmak, yaymak ve meşrulaştırmak üzere yapılandırılmıştır. Bu hegemonya, sadece siyasî veya askerî bir üstünlüğü değil, aynı zamanda, sosyo-politik, kültürel ve ideolojik bir hâkimiyeti de içerir. Sinema, bu kültürel hâkimiyetin en önemli araçlarından biri ve ötekileştirme pratikleri, bu aracın en güçlü enstrümanları arasında yer alır.

Hollywood sineması, tarih boyunca ABD’nin hâkim ideolojisini yansıtan ve empoze etmeye çalışan, politikalarıyla paralel bir şekilde hareket eden bir endüstridir. ABD stratejisi açısından topluma ötekinin kim olduğu, sinema aracılığıyla sürekli hatırlatılmaktadır. Kronolojik olarak baktığımızda sinemada “öteki”, Nazi Almanya’sı, Sovyetler Birliği ve İslam sıralamasıyla karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda İslam’ı güncel “öteki” olarak topluma sunmak için ise İslamofobi, sinemanın görsel ve anlatısal diliyle desteklenir. Söz konusu filmlerde Müslümanların her türlü dış görünüşü ve yerel özellikleri terör ve şiddetle bağdaştırılır. Örneğin çoğunlukla, bu Müslümanlar silahlı, sakallı, öfkeli, esmer tenli ve yerel kıyafetlidir. Daha spesifik sahnelerde ise Müslümanların silahlarıyla namaz kıldığı, ezan sesleriyle patlama görüntülerinin harmanlandığı, Müslümanların dini birer ritüelmişçesine kafa kestiği gibi görüntüler mevcuttur.

Sinema tarihçisi Richard Dyer, sinemanın toplumsal güç ilişkilerini yeniden üreten bir alan olduğunu belirtir. Hollywood, sadece eğlencenin değil, aynı zamanda ötekileştirmenin de merkezidir. Ötekileştirme, genellikle Batı’nın kendi kimliğini tanımlamak ve diğer kültürler üzerinde tahakküm kurmak için başvurduğu bir yöntemdir. Edward Said‘in Oryantalizm kavramı, bu süreci anlamak için kritik bir öneme sahiptir. Said, Batı’nın Doğu’yu egzotik, gizemli ve tehlikeli bir öteki olarak tanımladığını ve bu tanımın Batı’nın kendi kimliğini inşa etmesinde ne kadar etkili olduğunu ortaya koyar. Hollywood sineması, bu oryantalist bakış açısını benimseyerek İslamofobik temsillerin inşasında önemli bir rol oynamıştır.

İslamofobi Nedir? Hollywood’da Temelleri Nelerdir?

İslamofobi terimi ilk defa 1997 yılında kurulan ‘Runnymede Trust’ tarafından tanımlanmıştır. Bir düşünce kuruluşu olan ‘Runnymede Trust’ 1998 yılında ‘Islamophobia: A Challenge for Us All (İslamofobi: Hepimiz için bir Meydan Okuma)’ adlı raporunda İslamofobi terimini ‘Müslümanların tümünden ya da çoğundan korkma, hoşlanmama ve İslam dinine karşı beslenen nedeni olmayan düşmanlık’ şeklinde açıklamıştır. İslamofobi kavramı anti-İslam, Müslümanfobi ve İslam düşmanlığı gibi İslam dinine karşı duyulan olumsuz bakış açısını ifade eden terimler ile açıklanmaya çalışılmıştır. Tüm bu tanımlamaların ortak noktası ise, Müslümanlara karşı bir korku ve nefret söylemi olmasıdır.”[1] İslamofobi, Batı’nın kendi kimliğini tanımlamak için İslam’ı bir tehdit olarak sunma pratiğiyle de ilgilidir. Dolaysısıyla İslamofobi, sadece bireysel bir önyargı değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir yapı olarak kemikleşmiştir.

Hollywood sineması, İslamofobinin yapısal boyutunu inşa eden ve yaygınlaştıran en güçlü araçlardan biridir. Bu süreç, 20. yüzyılın başlarından itibaren gelişen bir ideolojik yapı üzerine inşa edilir. Amerikan sineması, doğuşundan itibaren Batı’nın üstünlüğünü vurgulayan, Doğu’yu ise egzotik, gizemli ve tehlikeli bir öteki olarak gösteren bir anlatı geliştirir. Bu anlatı, özellikle Soğuk Savaş dönemi boyunca daha da belirgin hale gelir, daha sonra ise İslam, Batı’nın yeniden düşmanı olarak sunulur. Bununla birlikte, Batı’nın modernite ve ilerleme temsilcisi olduğu, Doğu’nun ise bu ilerlemenin önünde bir engel teşkil eden gerici, barbar ve tehditkâr bir yapı olarak sunulduğu bir çerçeve de şekillenir.

Oryantalizm’den İslamofobiye: Hollywood’un İslam’ı Resmetme Biçimi

Edward Said, oryantalizm kavramını Batı’nın Doğu’yu nasıl inşa ettiğini ve bu inşa sürecinde nasıl bir iktidar ilişkisi kurduğunu anlamak için kullanır. Said’e göre, oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu sırlı, tehlikeli ve irrasyonel bir öteki olarak tanımladığı ve bu tanım üzerinden kendi kimliğini inşa ettiği bir süreçtir. Bu süreç, aynı zamanda Batı’nın Doğu üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştıran bir ideolojik yapı olarak işlev görür. Hollywood sineması, Said’in tarif ettiği oryantalist bakış açısını benimseyerek İslam’ı ve Müslümanları bir öteki olarak inşa eder. Bu süreç, İslamofobik temsillerin temelini oluşturur. Hollywood, Müslümanları genellikle terörist, geri kalmış ve irrasyonel figürler olarak resmeder. Bu temsiller, Batı’nın üstünlüğünü vurgulayan ve İslam’ı bir tehdit olarak sunan bir anlatı çerçevesinde şekillenir. Nitekim bu çerçevenin sınırlarında, aynı zamanda Batı’nın İslam’ı ve Müslümanları kontrol altına alma ve üzerlerinde bir hâkimiyet kurma çabasının da izleri var.

Amerikan sineması, 20. yüzyılın başlarından itibaren toplumsal algıları şekillendiren güçlü bir araç olarak varlığını sürdürmüş, özellikle savaş dönemlerinde ve politik çalkantılar sırasında propaganda amacıyla kullanılmıştır. Sinemanın geniş kitleler üzerindeki etkisi, ideolojileri yaymak ve belirli düşman imgeleri inşa etmek için ideal bir mecra olmuştur. Bu çerçeveden baktığımızda İslam ve Müslümanlar, Batı sinemasında sıklıkla “öteki” olarak konumlandırılmış, özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından İslamofobik temsiller daha da artmıştır.

Pakistanlı araştırmacılar Muhammed Yusuf, Numan Seyl, Adnan Munaver ve Muhammed Şehzad’ın çalışması, Amerikan sinemasının İslamofobik temsilleri nasıl bilinçli bir şekilde kurguladığını ve siyasi amaçlara hizmet ettiğini ortaya koyar. Araştırmacılar, Amerikan sinemasının “radikal İslam”, “cihatçı”, “fanatik Müslüman” gibi kavramları kullanarak kitleleri manipüle ettiğini, bu söylemlerin ise Müslüman ülkeler üzerindeki askerî müdahalelere meşruiyet kazandırdığını savunmaktadır.[2]

Sinemadaki Öteki Propagandası Olan İslamofobi’nin Tarihsel Arka Planı

İslamofobik temsillerin sinemada kök salması yeni bir olgu değil. Amerikan sineması, özellikle Soğuk Savaş döneminden itibaren “öteki” olarak konumlandırdığı figürleri sürekli olarak yeniden tanımlar. 20. yüzyılın başında Hollywood, Sovyetler Birliği ve komünist ideolojiyi ana düşman olarak belirlerken, bu söylem 1980’lerden itibaren İslam’a yönelir. İran İslam Devrimi, Körfez Savaşları ve ardından gelen petrol krizleri, Batı’da Müslümanların bir tehdit olarak algılanmasına yol açar. Sinema, bu siyasi atmosferde İslam’ı bir tehdit unsuru olarak resmetmeye başlar ve bu eğilim özellikle 11 Eylül sonrası dönemde yoğunlaşır.

Jack Shaheen’in Reel Bad Arabs[3] adlı eseri, Hollywood’un Müslümanları tekdüze bir şekilde temsil ettiğini ve bu temsillerin İslamofobik algılara nasıl katkıda bulunduğunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Shaheen’in çalışmasında[4], Arap ve Müslüman karakterlerin Hollywood yapımlarında sıklıkla ya terörist ya da ilkel figürler olarak sunulduğu ve bu temsillerin Batı toplumlarında Müslümanlara yönelik önyargıları pekiştirdiği vurgulanır. Shaheen’e göre, bu tür basmakalıp temsiller, izleyicilerin zihninde Müslümanları “öteki” olarak inşa ederken, Batı’nın kültürel ve politik üstünlüğünü de pekiştirir. Bu temsiller, Batı’nın üstünlüğünü vurgulayan ve Doğu’yu bir öteki olarak sunan oryantalist bir çerçeve içinde şekillenir. 1920’lerden 1960’lara kadar olan dönemde, Müslümanlar ve Araplar, Hollywood filmlerinde genellikle gizemli figürler olarak resmedilmiş. Bu dönemde, Müslümanlar ve Araplar, güvenilmez, her an bir terör olayına kalkışacak tehlikeli karakterler olarak sunulmuş. Bu temsiller, Batı’nın Doğu’ya karşı duyduğu korkuyu ve nefreti beslemiş ve yaygınlaştırmıştır.

11 Eylül 2001 saldırıları, Amerikan sinemasında İslamofobi’nin doruğa çıktığı bir dönemin başlangıcı olur. Bu olay dünya tarihinin de en travmatik olaylarından biri olarak hafızalara kazınır. Saldırılardan sonra Hollywood, İslam ve Müslümanları sürekli terörle özdeşleştiren filmler üretmeye başlar. Filmlerdeki Müslüman karakterler; daima fanatik, şiddete eğilimli ve Batı’nın demokratik değerlerine karşı olarak kurgulanır. Bu anlatılar, Batı toplumlarının Müslümanlara karşı olumsuz bir tutum geliştirmesine zemin hazırlar ve potansiyel tehdit olarak algılanmalarına yol açar.

Örneğin, True Lies (1994) ve The Siege (1998) gibi filmler, Müslüman karakterleri terörist olarak sunmuş ve Batı toplumlarının güvenliğine tehdit oluşturan unsurlar olarak resmetmiştir. Bu tür filmler, Müslümanların sadece Batı’ya karşı değil, tüm dünyaya karşı bir tehdit olduğu algısını pekiştirmiştir. Aynı zamanda bu temsiller, Amerikan dış politikalarının, özellikle Irak ve Afganistan işgalleri gibi askeri müdahalelerin, kamuoyu nezdinde meşru hâle getirilmesine de katkı sağlamıştır.

11 Eylül 2001, sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, bütün Batı’nın İslam’a bakışını kökten değiştirdi ve İslamofobi, toplumsal bir hastalık haline geldi. Bu dönemden sonra çekilen filmler, Batı’nın İslam’a karşı duyduğu korkuyu ve nefreti daha da körükledi. Örneğin, 2008 yapımı Body of Lies filminde, Müslüman karakterler alışılagelmiş bir şekilde terörist olarak sunuldu. Bu çalışmaların neticesinde de Batı’nın algısında artık düşmandan teröriste evrilen bir İslam imgesi oluşmaya başladı. Dolayısıyla zaman içerisinde İslamofobinin sosyo-politik tarafı daha da belirginleşir oldu.

“11 Eylül saldırılarının ABD hükümetinin işgal politikaları için toplumda rıza oluşturma noktasında bir fırsat niteliği taşıdığı sıkça vurgulanmaktadır.” [5] 11 Eylül sonrası egemen söyleme göre İslami terörizmin kökenleri Ortadoğu’dadır ve yenimuhafazakâr (neo-conservative) görüşe göre ABD antidemokratik Ortadoğu ülkelerini demokratikleştirme adı altında bölgeye müdahaleler gerçekleştirerek bu tehdidi ortadan kaldırmalıdır.[6] Baudrillard, ABD’nin tehdit olarak gördüğü Müslüman Ortadoğu ülkelerine müdahale etmesini olağan bir strateji olarak görür. Nitekim mevcut gerçeğin ortaya koyduğu tarihi tehditlere karşılık iktidar daima bir caydırma ve simülasyon stratejisi izler ve sürekli olarak gerçeğe eşdeğer durumdaki göstergeler üretir ve topluma yapay mücadele formları dayatır.

Deepa Kumar, Yeni Amerikan Asrı İçin Proje adlı yeni-muhafazakâr bir kurumun Eylül 2000’de yayınladığı dış politikaya yönelik bir rapordan söz eder. Raporda İran’ın Körfez bölgesini kontrol altında tutmak ve ABD’nin küresel çıkarlarını korumak için bölgede ciddi bir askeri güç bulundurması gerekliliğinden ancak bunun için büyük bir olaya ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmektedir. İlginç bir biçimde raporun yayınlanmasından bir yıl sonra 11 Eylül gerçekleşir. Öte yandan bu olayın George W. Bush başkanlığındaki yeni-muhafazakâr (neo-conservative) kanadın egemen olduğu bir döneme denk geldiğini hatırlatan Kumar, 11 Eylül sonrasında War On Teror (Terörle Mücadele) politikasının bütün devlet organları tarafından kabul edildiğinin ve buna bağlı olarak İslami terörizmin ABD açısından ölümcül bir düşman olduğunun ve bu tehdidin acilen yok edilmesi gerektiğinin her platformda defalarca tekrarlandığını vurgulamaktadır.”[7]

Derin travmalara sebep olan ve birçok kırılmalar başlatan olaylar, imgelerin, karakterlerin, metin içeriklerinin yeniden tasarlanmasında ve dolayısıyla verilmek istenen mesajların okunmasında keskin hatlarla dönüşümlere yol açar. Nitekim Hollywood’un 11 Eylül sonrası izlediği yol da bize bunu gösterir. Sinemadaki filmler sosyo-politik mevzularla paralellik arz eder. 2006’da vizyona giren Paul Greengrass’ın Uçuş 93 (United 93, 2006) filmi, 11 Eylül’de yaşanan trajediyi konu almaktadır. “Bu filmlerle gücü tartışılmaz olan ve düşmanlarını neredeyse gülünç duruma düşürerek mağlup eden Amerikalı yerine mağdur Amerikan toplumu imgesine ve yarım akıllı Ortadoğulu stereotipinden terörist ve korkunç öteki stereotipine geçilmektedir.”[8] Aynı şekilde Douglas Kellner da Uçuş 93 filmiyle birlikte “Hollywood stereotipindeki karikatürize Müslüman tipler yerine daha korkulası Müslüman karakterlere” doğru bir geçiş olduğunun altını çizmektedir.

Amerikan toplumu dış dünyayı her an kendilerine zarar verebilecek bir tehdit olarak görmektedir. Bu algıyı açığa çıkaran filmlerden birisi ise yönetmenliği yine Paul Greengrass’a ait olan Kaptan Phillips (2013) filmidir. Filmde bir Amerikan gemisinin, Somalili korsanlar tarafından uğradığı saldırı ele alınır. Geminin kaptanı Richard Phillips, tayfasını kurtarabilmek pahasına kendini rehine olarak alınmasını kabul eder. Uzun uğraşlar sonucunda bir kurtarma operasyonuyla olayın üstesinden gelinir. Film sayesinde 20. yüzyıl başlarındaki egzotik diyar algısının terörize bir hal aldığı ortaya çıkmakta ve dış dünyanın bir tehdit olduğu kanısını barındıran toplumsal bilinçaltı görünür hale gelmektedir. Bu terörize edilme sürecinde ise yine İslam figürüne başvurulur. Öyle ki Somalili korsanların dini örgütlerle işbirliği içinde olduğu ve halkın da bu korsanları desteklediği kabul edilir.

11 Eylül sonrası Hollywood, militarist ve muhafazakâr politikalardan beslenen filmler üzerine yoğunlaşır. John Moore’un ABD donanmasınca desteklenen ve askerliğe teşvikin simgesi olan Top Gun (Tony Scott, 1986)’la benzer sahneler barındıran Düşman Hattı (Behind Enemy Lines, 2012) bu duruma örnek gösterilebilir. Benzer bir militarist film örneği ise American Sniper (Clint Eastwood, 2014) filmidir. Filmde hayatını kovboy olma hayaliyle geçiren ve sonunda silah kullanma yeteneklerini daha “değerli” bir iş kullanmaya karar veren keskin nişancı Chris Kyle’in hikâyesi anlatılmaktadır. Kyle, bu noktaya gelene kadar önce Tanzanya ve Kenya’daki ABD Büyükelçiliklerine düzenlenen terörist saldırılardan haberdar olur sonrasında ise 11 Eylül saldırılarını televizyondan izlerken görülür. Bunlar onun yeteneklerini orduya katılarak Irak’taki hedefler için kullanmaya karar vermesinde yeterli ve haklı sebeplerdir.

Yukarıda zikredilen filmler, Hollywood’un İslamofobiyi nasıl yaygınlaştırdığını ve meşrulaştırdığını anlamak için kritik öneme sahip. İslamofobi, Batı’nın İslam’a karşı duyduğu korkuyu ve nefreti besleyen, yaygınlaştıran ve meşrulaştıran bir araç haline geldi. Bu nedenle, sinemanın gücünü doğru anlamak ve bu gücün nasıl kötüye kullanılabileceğini görmek önemlidir. Bu temsiller, Batı’nın İslam’ı bir tehdit olarak algılamasını ve Müslümanları ötekileştirmesini pekiştirmiştir. 11 Eylül sonrası dönemde bu temsiller daha da belirgin olmuş ve İslamofobi, toplumsal bir hastalık hâline gelmiştir. İslamofobi gibi toplumsal hastalıkların yaygınlaşmasını engellemek için, sinemanın ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı temsillerine karşı eleştirel bir duruş geliştirmek gereklidir.

Sinemada Müslümanlara yönelik tek taraflı anlatılara karşı çıkan bağımsız yapımlar ve Müslüman yönetmenlerin filmleri de zamanla sinema sahnesinde yer bulmaya başladı. Bu filmler, Müslümanların sadece terörist ya da kurban olmadıklarını, aynı zamanda karmaşık sosyal, politik ve insani sorunlarla yüzleşen bireyler olduklarını göstermeyi amaçlamaktadır. Örneğin, Mooz-lum (Qasim “Q” Basir, 2010) gibi yapımlar, bir Müslüman ailenin Amerika’da karşılaştığı kimlik sorunlarını ve toplumsal önyargıları ele alarak, Müslümanların çok boyutlu bir portresini çizmektedir. Bu filmler, Hollywood’un İslam’a dair olumsuz temsillerini zayıflatmak ve izleyicilere alternatif bir bakış açısı sunmak için önemli bir adımdır. Müslümanlar kendi hikâyelerini anlatmaya başladıkça, sinemada daha dengeli ve insancıl temsillerin yer alması mümkün hâle gelecektir. Ancak bu yapımların ana akım sinema tarafından ne kadar kabul göreceği ve daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşıp ulaşamayacağı ise Hollywood hegemonyasında hep bir muamma olarak kalacaktır.

Adem Suvağcı

 


Kaynakça

[1] Sinesosyoloji – Sosyolojik Kuramları Beyaz Perdede Deneyimlemek, Editör: Doç. Dr. Ali Ulvi Özbey, s. 14, Önsöz Yayıncılık, İstanbul, Ağustos 2023
[2] https://archives.palarch.nl/index.php/jae/article/download/8821/8213
[3] https://www.mediaed.org/transcripts/Reel-Bad-Arabs-Transcript.pdf
[4] https://islamophobiaisracism.wordpress.com/wp-content/uploads/2017/03/shaheen-reel-bad-arabs-short.pdf
[5] Ergun Göknel, Düşmandan Teröriste, KaNeS Yayınları, 2015, Evetİstanbul,
[6] Burak Bilgehan Özpek, En Uzun On Yıl: 11 Eylül Sonrası Ortadoğu
[7] Mustafa Yavuz Türkmen, Meral Özçınar, 11 Eylül Sonrası Hollywood Sinemasında İslamofobinin Yeniden Üretimi
[8] Mustafa Yavuz Türkmen, Meral Özçınar, 11 Eylül Sonrası Hollywood Sinemasında İslamofobinin Yeniden Üretimi

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir