“Öteki” dosyamızın ikinci yazısını Cüneyt Dal kaleme aldı.
***
“Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık…” (Hucurât, 13)
Meseleye bu ayetle giriş yapmanın, konunun farklı yönlerinden en unutulmaması gerekene dikkat çekme açısından oldukça faydalı olacağı kanaatindeyim.
Elbette insanlığı hatta tüm mevcudatı yekvücut olarak düşünürsek ortada herhangi bir yekdiğer yani “öteki” kalmıyor. Alev Alatlı’nın, “Türkiye için en büyük sorun, ‘olan’ ile ‘olması gereken’ arasındaki farkı gözetememesidir,” sözünden hareketle günümüz şart ve gerçeklerini bir kenara bırakırsak aslında öteki, aynadaki “biz” veya “ben”dir. Bu ön kabulle veya varsayımla ya da ceteris paribus yaklaşımıyla denebilir ki; haklı veya haksız, herhangi bir sebeple ötekine zarar verme isteği ile hareket etme, iki sonuç doğuracaktır:
1. Aynadaki aksimize zarar verme iştahıyla aynayı kırma!
Bu fiil, akisteki görüntüye hiçbir zarar veremeyecek, sadece bizin/benin görme imkânını sağlayan “ayna” aracında hasar bırakacak ya da onu tamamen ortadan kaldıracaktır ki bu, hiçbir sağduyulu aklın tercih etmemesi beklenen bir durumdur. Gözlerimizi oymakla eşdeğerdir, denebilir. Başka bir değişle, ötekine, dolayısıyla benliğin görüntülerine kör kalmaktır.
2. Benin/bizin kendine zarar vermesi!
Bu, birincisinden daha etkili, sonuç odaklı ve anlaşılır bir durumdur ancak çok daha aptalca olduğu da açıktır. Bu durumun uç noktası olarak düşünebileceğimiz intihar, söz konusu ötekini ortadan kaldırmanın en kesin ve keskin yoludur.
“Arap’ın başka ırka, başka ırkın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur.” (Hadis-i Şerif)
Gelelim gerçeklere, olana ve belki de olması gerekene… Elbette her kişi ve grubun bir ötekisi vardır, olmuştur, olacaktır ve belki de bazı durumlarda olmalıdır. Mesele, ötekinin varlığından çok, onunla ilişkinin ne düzey, kalite ve dengede olmasıdır. Girişteki âyette ve yukarıdaki hadiste geçen kucaklayıcı ifadelerin tek bir istisnası vardır: “Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur, evet… Ama tek üstünlük, Allah katındadır, imandadır.” Böylece ilahî mesaj da karşıya bir öteki oturtmuştur. Şeytan, Âdem’in ötekisi olarak düşünülebilir. Bu, İslâm-isyan ayrımının bir temsilidir. Tövbe-günah karşılaşmasının kadim hikâyesi olarak okuduğumuzda, bu bakış açısı daha iyi anlaşılacaktır. Tıpkı Hâbil-Kabil kardeşlerin misali gibi.
“Sen sana ne sanırsan,
Ayruğa da (ötekine de) onu san;
Dört Kitabın manası,
Budur, eğer var ise…”
(Yunus Emre)
Yeni cinsiyet tanımlarının ve kimlik kalıplarının, başgösteren düşünce akımlarının ve değişim, dönüşüm akınlarının yaşandığı çağımızda kadim değerleri benimseyenler ile “yeniler”, elbette kendilerini, birbirlerinin ötekisi olarak tanımlamaya ve konumlandırmaya meyyaldirler. Tıpkı yüzyıllar süren, birbirinin karşısında duran sınıflandırmalar gibi: komünist-faşit, sağcı-solcu, Yahudi-insanlık, bilim-din, kâfir-mümin, beyaz-siyah, asil-köle, kadın-erkek… Hatta Osho’nunki gibi kimi öğretiler, tüm farklılıkları ortadan kaldırarak herhangi bir ayrım yapmaksızın hepsini tek bir potada eritip karşısına, kendi fikirlerini ve ruhsal deneyimlerini bile konumlandırmıştır. Burada savaş vardır, empati yoktur. Burada, hakikate sahip ve haklı bir taraf vardır, diğeri ya cehalette ya ihanettedir. Yani mücadele edilmeli, kontrol altına alınmalı, gerekirse ortadan kaldırılmalıdır. Bu bir etnik unsursa eğer; dili, dini, kültürü, üyeleri, hepsi “toplum” ve hatta insanlığın geleceği için tehlikelidir. Bir fikirse; kitapları, savunucuları, ilham verdiği sanat eserleri, cümlesi sansürlenmelidir.
Başladığımız yere dönelim, ister ideal bir bilgelikle tüm kâinatın “aynı vardan var olmuşluğu”nun bilincinde olalım, ister karşıtların mücadelesiyle var edilmiş kültür ve yazılmış tarihi göz önünde bulunduralım konu; ilişkide, alış-verişte, paylaşımda düğümlenmektedir. Zaten edebiyatın da etkisiyle Dostoyevski’de anlam bulan, sonraki yıllarda Freud’un tespitleriyle psikanalizmin bilinir hâle gelmesine bağlı olarak bilimsel bir zemine oturan, Rimbaud’nun “Ben, bir başkasıdır,” vecizesiyle not düştüğü benin, kendisinin dahi ötekisi olabileceği bilinci, mevzuun basit bir iki rakip takım durumu ve mücadelesi olmaktan çok daha derin olduğunun altını çizmektedir.
“Beni hor görme gardaşım
Sen altınsın ben tunç muyum
Aynı vardan var olmuşuz
Sen gümüşsün ben sac mıyım”
(Aşık Veysel)
Aslında bu konu, aklıma geçenlerde düştü. Yoğun çalışmaktan dolayı hiçbir haberi takip edemediğimden, sadece Paris’teki Yaz Olimpiyat Oyunları’nın başladığını biliyordum ama ortalığı kasıp kavurduğundan haberim yoktu. Fransız dostum, olimpiyat ateşinin yakıldığı ertesi gün -ki bunu sonradan öğrendim- “Olimpiyat açılışını izledin mi?” diye bir mesaj gönderdi. “Hayır, neden sordun?” dedim. Cevabı ilginçti: “Lütfen izleme, utanç verici!” Ve sonra merak ettim tabii. “Lütfen izleme!” sözü bende, kesinlikle izlemelisin, anlamına geliyordu. Ve söz konusu sahnelere baktığımda ne demek istediğini anladım. Fakat ilginç bir nokta vardı burada. Çünkü o, öyle geleneksel, inançlı falan biri değildi. Aksine, şahsiyetinde birçok “öteki kimliği” barındıran bir gençti. Her ne kadar onun derecesinde olmasa da James Baldwin misali diyebilirim: 1924-1987 arasında Amerika’da siyahî, aktivist, atesit, eşcinsel ve Doğu, bilhassa “Türkiye benim hayatımı kurtardı,” diyecek kadar Türkiye hayranı olmak gibi… Ve meseleye dair daha ayrıntılı fikirlerini merak ettim. Çünkü o, sahip olduğu vasıflarla sıradan biri değildi. Hollanda kökenli ailesi, Vikipedia’da bahsi geçen, tarihte meşhur bir sülaleydi. Fransız Devrimi öncesinde soyluluk ünvanı almışlardı. Paris’in yerlisiydiler ve arkadaşım, genç yaşına rağmen eğitimli, birkaç dil bilen biriydi. Her konuda fikir alışverişi yaptığımız gibi bu konuda da sorma ihtiyacı hissettim. Mesajlaşmamızı çevirip aynen yazıyorum:
Ben: Dostum, son zamanlara damgasını vuran şu bireyselcilik hakkındaki fikirlerini merak ediyorum. Söz konusu görüntüleri rahatsız edici bulmuştun, değil mi? Sen de bizzat bir öteki olmana rağmen, tüm ötekilerin temsil edildiği o uluslararası organizasyonda bireyselciliğin yeni bir boyutunun ayak seslerini kaygıyla karşıladın. Nedenini öğrenebilir miyim? Köklü dinler ve geleneklerle bu konuda hemfikir olmak sana da garip gelmiyor mu?”
Gabriel: Bireyselciliğin, kültürümüzün, diğer birçok kültürle paylaştığımız özelliklerinden biri olduğuna inanıyorum. O görüntüleri rahatsız edici bulmaktan ziyade, Çin ile kültürel farklılıklarımızı vurguladıklarını düşündüm. Birçok insanın bireyselciliği eleştirdiğini biliyorum, ancak bunun iki taraflı bir madalyon olduğunu unutuyorlar. Çok fazla bireyselcilik, yoksulların ve talihsizlerin unutulduğu, dayanışmanın olmadığı, açgözlü ve bencil bir topluma yol açar. Ancak çok fazla toplumsallık da aşırı bir özveriye sebep olur ki tüm hayatınızı başkaları için yaşar ve bu yolda benliğinizi unutursunuz. Bana sorarsan, aydınlanmaya ve insan haklarına yol açan şey bireyselciliktir ve bunun nedeni, insanın, bizzat birey olarak kutsal kılınmış olmasıdır. Peki, sen de düşünüyorsun? Önce dinin, sonrasında Batılılaşmanın etkisiyle şekillenmiş bir Doğu toplumunun parçası olarak senin düşüncelerini de merak ediyorum.
Ben: Bence fizik kanunları, kuralları ve düzenlemeleriyle, şaşırtıcı bir şekilde insanlığın sosyal yaşamında da işleyişini sürdürüyor ve biz bunun farkında değiliz. Her şey bir etki-tepki meselesi. Binlerce yıldır din, kültür ve aile kurumuyla yaşamış insanoğlu, internet sayesinde -yüzünden mi demeliydim- limitsiz özgürlüğe belki de hiç bu kadar yaklaşmamıştı. Post-modern çağda düşünürler post-truth hakkında bir şeyler söylüyorlar. Gerçek nedir, gerçeklik nerededir, anlam var mıdır, mutluluğa nasıl ulaşılır? Bütün bu sorulara artık herkesin -herhangi bir dinî metne veya kadim öğretiye yaslanmaksızın- kendine göre bir cevabı var. Bence mesele dengede.
“Biraz sonra kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz.” (Hadis-i Şerif)
Konuyu tüm yönleriyle ele almaya çalışmak elbette yorucu ve görüldüğü gibi zor ama diyebilirim ki öldürmeden yaşatamayan, tüketmeden üretemeyen canlılarız; yaşlandıkça gençleşmeyi arzulayan, eğitildikçe daha zekice ve incelikli suçlar işleyen yaratıklar olarak şimdiye dek sahip olduğumuz, atalarımızın ürettikleri üzerine koymaya devam eden insanın serüvenine en etraflıca yorumu sanırım Alibaba Group’un kurucusu ve başkanı Çinli iş adamı Jack Ma yapmıştı:
“Yapay zekâ ve teknoloji, önü alınamaz şekilde gelişmeye devam ediyor. İyisi mi biz, çocuklarımıza iyi birer insan olmasını öğretelim.”
Kendisiyle ve tarihiyle yüzleşebilen, ötekisiyle bir denge ilişkisi oturtmaya çalışan, “iki kapılı handa” gündüz gece giderken “kubbede hoş bir sadâ” bırakmanın özlemi ve gayretinde olan…
Cüneyt Dal
1 Yorum