“Öteki” dosyamızın ilk yazısı Uğur Cumaoğlu’na ait. Durmadan ve engellenemez biçimde gelişen bilim ve teknolojinin ürettiği ileri seviye teknolojiler eliyle insanın kendini nasıl ötekileştirdiğini anlatan yazar, insanın kendinin katili olabileceğinin de altını çiziyor.
“Öteki” dosyası bağlamında her gün yeni bir yazı yayımlayacağımızı da hatırlatmış olalım.
***
İnsanın hayatta kendini konumlandırdığı yer, “ben” bilincini inşa etmeye çalıştığı, buradan hareketle de kendini ve çevresini tanıdığı mevki, mevzi, zemin ya da merkezdir. Bu konumlanma “Ben kimim?” sorusuna karşılık olarak kişinin tüm bilgi, görgü, tecrübe ve hafızasıyla kendine verdiği cevaptır ve bu cevap insanın kendi varoluşuna dair sırları da aşikâr eder. Bu çaba, yörüngesini arayan bir gezegen gibi insanın kendini varlık âlemi içinde bir değere kavuşturma gayretidir. Bu gayretin sonucunda “ben”liğinin perdesini aralayamayan kişi kaçınılmaz olarak bir “öteki”ye ihtiyaç duyar ve bu öteki, tüm varlığın karşısına çıkardığı, başka bir ifade ile “ben”in yerine tedavüle koyulan gölgedir.
İnsanın bir ötekisi olmadan bir yaşam biçimi, kültür, inanç, medeniyet, kimlik inşa edemeyeceği, buna bağlı olarak da bir anlam küresi meydana getiremeyeceği, tarihi bir tecrübe olarak hayatımıza yön vermektedir. Bu tecrübe, ister bilinçli ister bilinçsizce yaşansın, insanın genetik kodlarına kadar işleyen bir gerçektir. İnsanı veya diğer varlıkları ötekileştirmenin, insan olmaya kattığı değer ya da bunun anlamlı olması, aklı karışıklar için önemli görülebilir. ‘Öteki’ye göre ayarlanmış tüm görme biçimleri ve bunun sonucunda ortaya çıkan görüntüdeki bulanıklık, hayatı net bir şekilde görmemizi sağlayan gözlerle giderilebilir. Yani insanın başkasının gözleriyle bakmayı bıraktığı gün, herkesin ve her şeyin eşitlendiği gündür. Fakat herkesin bir başkası için kaçınılmaz olarak öteki olduğu bir dünyada bunu gerçekleştirebilmek neredeyse imkânsızdır.
Bu durumun en iyi örneklerinden biri Carlo Collodi’nin ölümsüz eseri Pinokyo’dur. Marangoz Gepetto ustanın elinden çıkmış olan tahta çocuk Pinokyo’nun, gerçek bir insan olabilme çabası aslında herkesten farklı olmanın, öteki olmaktan kurtulmanın, ete kemiğe bürünmenin çabasıdır. Yani ruhu olmayan bir bedenin de kıymeti yoktur. Nitekim sinemadaki son uyarlama örneği olan Guillermo del Toro’nun Pinokyo’su da (2022) insanı insan yapan şeyin güzel ve temiz bir ruha sahip olmak olduğunu vurguluyor. Ruhsuz bir beden bile cesede dönüşerek bizim için ötekileşir.
Öteki, hemen herkes için bir yaşama gerekçesi, hatta ötekine göre kendimizi konumlandırdığımızda bir yaşama biçimidir. İlkin 1972’de Andrei Tarkovski ve ikinci olarak 2003’te Steven Soderbergh tarafından filme uyarlanan, Stanislaw Lem’in ünlü eseri Solaris’te Lem der ki “İnsanoğlu başka dünyalar, başka uygarlıklar bulmak için yola düşmüştü ama karanlık geçitlerde gizli bölmelerden oluşan kendi öz labirentini tanımamış, kendi mühürlediği kapıların ardında neler yattığını bulup çıkaramamıştı.” Öteki, bu bağlamda görmemiz gerekeni görülemeyecek biçimde gizlememiz için kullandığımız ve yıkılmaması için de sonuna kadar mücadele ettiğimiz en kalın duvar olmaktadır. George Orwell’ın meşhur eseri 1984’te dediği gibi “Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler.” Benliğinin perdesini yırtmayan, ona başkaldırmayan her insan teki, kendi zihinsel kafesinde-hapishanesinde mahkûm ve köle olmayı sürdürecektir.
İnsan, bugün Mary Shelley’in Frankenstein’ı konumundadır ve onun gibi ötekileştirilmektedir. Bunun sebebi de durmadan ve engellenemez biçimde gelişen bilim ve teknolojinin ürettiği ileri seviye teknolojilerdir. Bu teknolojilerin en önemlileri olarak görülen ve giderek insan(lığ)ın yerini alan humanoidler-andoridlerdir (insansılar). Bilim ve teknoloji bir düşünme ve yaşama biçimidir ve buna uyum sağlamayı reddedeni, kontrolü dışına çıkmayı ya da tüm dünya duyacak şekilde bu duruma itiraz etmeyi düşünen veya eyleme dönüştüren herkesi ve her şeyi öteki/düşman ilan ettirerek, insan olmanın tüm imkânlarından yararlanmanın yollarını kapatır.
Frankenstein ile başlayan ötekileşme hikâyemiz, günümüzde teknolojik tüm araçların/aparatların, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya eserinde geçen ve o hikâyedekilerin kullandığında her yönüyle uyuştuğu “soma”ya dönüşmesiyle devam ediyor. Psikotrop bir madde olan soma, merkezi sinir sistemini ve beynin işleyiş biçimini etkileyerek algıda, ruh halinde, bilinç durumunda en önemlisi davranışta değişikliklere neden olmaktadır. Tıpkı herkesi ve her şeyimizi uyuşturan teknoloji gibi. Bizi her yönüyle uyuşturup yöneten teknolojileri üretenlerin aklındaki bir sonraki aşama ise, teknolojinin ötekisi olan insanın George Orwell’ın 1984’dündeki gibi tamamen kontrol altında tutulmasıdır. Her şeyi ile tek düşman olarak görülen insan için beklenen yönetim biçimi de dijital totalitarizmdir.
Proteus Etkisi
Algı ile gerçeklik arasına yerleşmiş teknoloji, sanal oyunların içindeki bireyin, bu sanal ortamda oluşturduğu avatarın görsel özelliklerine dönüşmesine sebep oluyor. Sanal ortama dâhil olan birçok birey bu avatarlarla özdeşleşerek kendi gerçek kişiliğini ötekileştiriyor. Yunan tanrısı Proteus’un biçim değiştirme kabiliyetinden mülhem ortaya atılan Proteus etkisi kavramı da bu değişkenliğin veya başka bir ifade ile kendini ötekileştirmenin tanımı haline geliyor. Yani bir avatar gerçek dünyada sürekli değişerek ve dönüşerek kendini deneyimlerken, gerçek dünyada yer alan birey bir süre sonra avatarla eşitlenmekte, bu eşitlenme eşiği aşıldıktan sonra avatar gerçek bireye dönüşürken, gerçek birey ise avatarlaşıyor.
1800’lerde, sömürgenlerin kolonileştirdikleri yerlerde yaşayan insanlar için kullandıkları “humanoid-insansı” kavramı, günümüzde insan olmayan fakat insan görünümünde olan dijital-sanal avatarlar ya da robotlar için kullanılıyor. Buna bağlı olarak da insan kendi ürettiği karşısında her gün hızı daha katlanarak ötekileşmeye devam ediyor. Zira insan, kendi ürettiğini putlaştıran, ürettiği putlar karşısında önce kendini, bununla da yetinmeyip, bu putları tanrının yerine koyan ve tanrıya karşı kullanıp tanrıyı da ötekileştiren bir varlıktır.
Mühendislik ürünü ilk hareket edebilen mekanik tasarımları gören insanlar, onu hareket ettiren zekâ-bilinç veya güç olarak cin, hayalet, ruh gibi tanımlarla ifade etmiş ve bir rakip, tehdit veya öteki olarak algılamıştır. Bu mekanize hayaletler yaşama dâhil olup geliştirildikçe, daha insan merkezci veya insan odaklı görünerek merkeze insan yerleştirildi. Böylece ilkin insan bedenine olan üstünlüğü pekişince, yeni hedef olarak insan zihninin kapasitesi tartışmaya açıldı. Tüm bu hümaniteryenlik karşısında insan aşamalı olarak teknoloji karşısında ötekileşti. Hâlen insanın biyolojik bütün özelliklerinin onun gerçek kapasitesini kısıtladığı iddiasıyla yeni tartışmalar üretiliyor ve insanın biyolojik ve ölümlü olan her şeyinden kurtulması gerektiği salık veriliyor. Bunun için de tek çare olarak bilim ve teknolojinin sözde tanrısal gücü tavsiye ediliyor. Bilim ve teknolojiyi geliştirip üretenler insanlığa şöyle bir tavsiye de bulunuyor: “İnsanlık hep Zeus’u insanlaştırdı. Biz ise insanlığı zeuslaştırmayı öneriyoruz.” Ancak karşımıza görmekte zorlandığımız yeni bir gerçek çıkıyor, o da teknoloji karşısında ötekileştikçe Zeus’tan kaosa doğru son sürat sürüklendiğimiz.
Bugün insan merkezli ideolojiler bile, artık insanın merkezde olmasının düşüncenin ve eylemin sınırlanmasına neden olduğunu düşünmekte. Bilimsel ve teknolojik (d)evrim bu sınırları kaldırmak için gerçekleşti ve kaçınılmaz olarak insan da bu dönüşüme ya uyum sağlamak ya da yoldan çekilmek zorunda. Bizim yerimize düşünen, çalışan teknolojik tüm cihaz-aparat-ürünlerin insanın uzvuna dönüştüğü hesaba katılırsa, bu şartlarda teknolojisiz insan engelli insandır. Buna göre teknolojinin olmadığı bir dünya da distopik bir kıyamet senaryosudur. İnsana bu senaryoda “öteki” demek fazlaca iyimser olmaktır.
Teknolojik Bir İnovasyon: İnsan
Asimov‘un “The Positronic Man” adlı kısa hikâyesinden uyarlanan Bicentennial Man (Chris Columbus 1992) filmi, ev işlerini yapması için üretilmiş NDR-114 modeli bir robotun, sıra dışı zekâ gelişimini, insana dönüşme isteğini ve bu süreçteki maceralarını anlatıyor. İnsanların hissizleştiği ve giderek robotlaştığı bir dönemde android bir robot olarak üretilen NDR-114, Martin ailesi tarafından evdeki gündelik işleri yapması için satın alınır. Ailede Andrew (Robin Williams) adını alan robot, bir süre sonra aileden öğrendikleri ile insanlar gibi hissetmeye, düşünmeye başlar. Bunun sonucunda, Martin ailesinden ayrılarak özgürleşmeye karar verir ve aile onu özgür bırakır. Böylece yeni bir hayat kurmak isteyen Andrew, dostlarının yardımıyla önce biyolojik olarak insanlaştırılır ve insanlara karışarak tıpkı Pinokyo gibi bir öteki olmaktan kurtulur.
Geldiğimiz noktada insan olmaya çalışan robotların yerine mekanik bir robot ya da sentetik organlarla donatılmış fabrikasyon-fason bir ürün olan formları görüyoruz. Üstelik bunu tüm insanlığa karşı bir üstünlük olarak gören ve bu garabeti insanlığın kaçınılmaz kaderi olarak gösteren tanrıcıklarla karşılaşıyoruz. İnsanların robotlaşması, mekanikleşmesi veya yapay organlar kullanmasının normalleştirilmesinin insanın biyolojik bedeninin ötekileştirilmesi olduğunun farkında da değiliz. Güç ve ölümsüzlük takıntısı, kuklalaşmış zihinlerin rüyasına dönüşürken, bu rüyayı gördüğünü sanan herkes tanrıcıkların lütfuna nail olacağını zannediyor. Bedeni ötekileştirilip kobaya dönüşen ve sömürülen insan da, sekiz milyar insanın birlikte Olympos’a yükseleceğini umut ediyor. İnsanın hakikatte tekno-dijital sömürü karşısında herhangi bir konumu yoktur, çünkü insan da teknolojik her şey gibi kontrol edilen veya kontrol altında tutulan bir tekno-aparattır.
Nitekim son yılların en revaçta çalışması insansı robotları normalleştirmek oldu. Robotlara veya yapay zekâya kimlik verilmesinden, robot haklarının olması gerektiği üzerine üretilen tartışmalara kadar ortaya atılan benzer her sansasyonel haber, bunu normal kılmanın derdinde. Bu sistematik çıkışlar, bir süre sonra öteki olarak görülen robotsuları da toplumun bir parçası kılar. Yarı makine yarı insan olmak, robotopia düşünün gerçekleşeceği başlangıç çizgisidir. Robotların geleceği de dünyanın insandan izole edilmesine veya insansızlaştırılmasına bağlıdır. Robot nüfusunu insan nüfusu ile eşitlemenin en kolay yolu insanı robotlaştırmaktır. İnsan robot sentezi bir beden mümkün olduğunda robotopia toplumu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bunun için robot nüfusunun insan nüfusunu geçmesine ya da robotların insanlığa karşı bir devrim hareketine girişmesine de gerek kalmaz.
Bugün bir yanda “makine öğrenmesi” dediğimiz, sensörler aracılığıyla insanı ve dış dünyayı algılayıp her hareketi kopyalayıp taklit edebilen androidler, otonom araçlar, siber akıllı sistemler; diğer yanda sürekli akan veriyi sınıflandırıp “derin öğrenme” yöntemi ile kendi kendine öğrenen yapay zekâ var. İki farklı öğrenme düzleminin veya sistemlerinin robotik bir düzlemde bir araya gelmesiyle ortaya çıkan otonom makineye biz “robot” diyoruz ve kendi elimizle ürettiğimiz bu muazzam gelişimin(!) tekno-ötekisi oluyoruz.
Zira 2017 yılında Suudi Arabistan’dan vatandaşlık alan robot Sophia, Obama ile futbol oynayan türünün ilk örneği olan Asimo, sanatçı robot Ai-Da, hemşire robot Grace, sohbetçi robot Erica, insana en çok benzeyen ve en gelişmiş robot olan Ameca en önde gelen örnekler. Bu ve buna benzer robotlarla erken dönemde karşılaştığımız için şu an onlara karşı bir yabancılık çekmiyoruz. Hatta bu gelişmeleri takdir edip, kendimizi ötekileştirip onlardan daha aşağı bir varlık olarak görüyoruz. Zira 2001: Bir Uzay Destanı’nda yer alan yapay zekâ HAL 9000, Star Wars evreninde serinin bütün bölümlerinde gördüğümüz ve filmde 6 milyonun üzerinde lisan, lehçe, kod ve tüm kültürlerdeki nezaket kurallarını bilen C-3PO modeli protokol droidi ve kısa ve yuvarlak biçimiyle R2-D2 modeli robot, Terminatör filmlerinde karşımıza çıkan T-800 ve T-1000, Transformers evrenindeki Autobot’ların lideri Optimus Prime vd., beş mekanik aslanın bir araya gelerek oluşturduğu ve yeniden anime edilen Voltran, Interstellar‘daki süper robot TARS bu durumun en etkili temsilleri olarak zihnimizde yer alıyor.
Ludistleri Yeniden Eyleme Çağırmak
19. yüzyılda İngiltere’de, fabrikalara makinelerin yerleştirilmesi ile iş gücünden tasarruf sağlanması sonucu, tekstil işçilerinin işsiz kalacakları endişesi, adını Ned Ludd’dan alan ve onun öncülüğünde Ludizm hareketi ortaya çıkarır. Ludistlerin makineleşmeye karşı eylemi ise makineleri kırmaktır. Günümüzde buna benzer bir hareketin ortaya çıkması imkânsız görünüyor. Başta zihni olmak üzere her şeyi ile bir tekno-kontrolün tahakkümü altındaki insanlıktan bunu beklemek abesle iştigaldir. Yine de bu gerçekleşseydi tarihin en büyük devrim hareketi ve uyanışı olarak kayıtlara geçerdi. Ancak yeryüzünde insanın ilgisini çekebilen her şey dijital teknolojilerde ve sanal yalanlarda sabitlendi.
İnsanlığın tüm büyük anlatıları teknoloji ile birlikte son buldu ve onu günümüzün tek anlatısı olan “tekno-öteki anlatısı”na hapsetti. İnsanlık, binyıllardır aradığı o büyük rüyayı dijital çağda bulduğunu zannediyor. Zihnimizde bizi uyutmayan ve bir türlü sonunu getiremediğimiz o savaşı, herkese yetecek kadar budalalık barındıran bir sanal dünyaya taşıdık. İnsan yüzünü maske olarak kullanan insan görünümlü robotların sayısı her geçen gün hızla artıyor ve bunları insandan ayırmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Sıfır noktasından bugüne değin geçen tarihi süreçte kesin olarak öğrendiğimiz şey, insanın kendi kendinin ötekisi, düşmanı ve katili olduğudur. Dünyanın çokyüzlülüğü karşımıza hep “öteki” yüzü olarak çıkıyor. Bugün için kesin olarak şunu diyebiliriz: “Birileri cehenneme giderken bizi de yanında götürmeye çalışıyor.”
Uğur Cumaoğlu
1 Yorum