hıristiyan takvimine göre 15 temmuz 2016 cuma gecesi pendik’te, sahilde şair dursun göksu, ve sulhi ceylân, hikâyeci ve mostar editörü mehmet erikli, türkolog ve mostar editörü davut bayraklı ile sohbet ediyordum. dursun, saat 22.00 civarında meclisimize iştirak etti. beni görmek için, edirne’den yeni istanbul’a avdet etmişken eyüb’ten kalkıp pendik’e gelmişti. bendeniz de aziz mahmud hüdai ve mehmed emin tokadî hazretlerini ziyaret etmek üzere cuma günü 00.30 civarında istanbul’a gelmiştim. cuma namazını kara davut paşa camiinde kıldım. biraderlerimle mezkûr zâtların mezarlarını ziyaret ettim. akşamleyin de kartal’da mehmet erikli ve davut bayraklı ile buluşup pendik’e intikâl ettik. niyetimiz pendik sahilinde biraz sohbet ettikten sonra ayrılmaktı. ben istanbul’dan ayrılacaktım ama nereye gideceğime karar vermemiştim. balıkesir’e, çanakkale’ye veya izmir’e geçmek ihtimalleri vardı kafamda.
dursun, tekrar karşıya geçmeye niyetlendiği sıralarda eşi telefon etti ve boğaziçi köprüsü’nün kapatıldığını haber verdi. gündüz metro, marmaray girişlerinde polis kontrolleri aklıma geldi. ankara ve istanbul’daki bombayla yapılan saldırıların bilgisi de zihnimizde tazeydi. ilk anda, “terör saldırısı” diye sunulacak bir saldırının sözkonusu olduğunu düşündüm. sonra bir darbe teşebbüsü haberi masaya geldi, herhalde ilk dursun söyledi telefonundaki haberlere bakarak. saat 23.20 civarı olmalı. ben bir darbe teşebbüsünün neticeye varamayacağını söyledim hemen. haberlerin çoğalması ve dursun’un kartal metrosuna bırakılması gereğinden ötürü oturduğumuz yerden kalktık. dursun’u kartal metrosuna bıraktık, metro açıktı. e-5 kocaeli istikameti tıkanmış hâldeydi. o civarda bir benzinliğe çekti mehmet, kullandığı arabayı. sonra iki paket sigara aldı. telefon vasıtasıyla haberler almaya devam ediyorduk. davut abi, çok sinirlenmiş bir hâldeydi, küfürler savuruyordu. sulhi abi, sükûnetini muhafaza ediyordu. o trafik keşmekeşinde ne yapacaktık? sulhi abi, iett tavassutuyla 10 dakikalık mesafeyi herhalde 1,5 saatte gitti. biz de açık olan samandıra-sancaktepe istikâmetine yöneldik. bu arada, artık ben istanbul’dan ayrılma fikrini zihnimden çıkarmıştım. kartal köprüsünün altındaki yan yol jandarma tarafından tutulmuştu. e-5’in kocaeli istikameti polis tarafından kapatılmıştı. samandıra’da davut abi’yle mehmet’in aileleri endişeyle onları bekliyordu. benim için kalacak bir yer soruşturduk, bulamadık.
samandıra’ya ulaştığımızda hareketlilik başlamıştı, mehmet arabayı park edip inince telefonuna baktı ve cumhurbaşkanının insanları sokağa çıkmaya davet ettiğini söyledi. herhalde biz 00.30 civarı samandıra’daydık. mehmet’le davut abi “bir eve çıkalım, hâne halkını görelim.” dediler. ben saat kulesinin önünde oturdum ve mehmet’in sigarasından yaktım bir tane. kafamda birçok soru vardı. en başta böyle darbe olmaz diyordum. film kuşağında canlı darbe izle! böyle şey olmazdı. sonra beti benzi atmış bir kızcağıza darbe bildirisi okutmak da gayriciddi bir durumdu. bir yandan ankara’daki teyzemin kızı hayli zor durumdaydı, mit’e yakın bir yerde oturduğu için silah sesleri, f-16’nın alçak uçuşları ve yeni öğrendiğimiz sonik patlamalar… gündüz kocası ameliyât olmuştu, küçük kızıyla gecenin o saatinde yaşadıkları da eklenince iyice yorulmuş ve bozulmuş sinirleriyle bizi endişeye sevk eden haberler verdi hep. her f-16 geçişinde evin bütün kapı ve pencerelerinin açılması, patlama sesleri ve “bunlar benim saygı duyduğum askerler olamaz!” ünleyişi…
saat kulesi’nin önünde otururken meydana insanlar yavaş yavaş dolmaya başlamıştı. biraz sonra, omuzunda çiftesiyle altmış yaşlarında bir hacı amca, beline sardığı fişek kemeriyle ve yüzündeki şenlik heyecanıyla göründü. ben meydandaki insanları incelerken yanıma yetmiş yaşlarında gösteren bir teyze, mahcubiyet ve mahviyet hâlinde bana yanaştı. yanında kolu sarılı küçük bir kız çocuğu vardı. elindeki kâğıt parçasını uzatarak benden telefon etmemi istedi. perihan teyze. şaşkın, mahcup ve çaresiz görünüyordu. yanındaki kız çocuğu torunuymuş, kolu kırılmış, acile götürmüş. üzerinde cep telefonu yokmuş, kâğıttaki telefon numarası kızlarına aitmiş. saat kulesi’nin civarındaki bir adamla beraber perihan teyze’nin kızlarına ulaştık, bulunduğumuz yeri tarif ettik. adam telefonu ettikten sonra gitti. yabancı duran ve şaşkın hâli geçmemiş perihan teyze’den yanıma oturmasını istedim. bir dokun bin ah işit: kızın babası içerdeymiş, perişan bir hâldelermiş. kalabalığa, korna seslerine bir anlam veremiyordu. bana sordu. ona nasıl izah edebilirdim? küçük kız da şaşkın ve meraklı bir şekilde kalabalığın cûş u hurûşunu seyrediyordu. hava kuvvetleri tarafından gelen bir kalabalık ile sultanbeyli tarafından gelen kalabalık, caddenin tam saat kulesi hizasında kavuştular. bu esnada şuursuz, dengesiz, toy bir genç; yamuk yumuk tuttuğu tabancayla havaya iki veya üç el ateş etti. yanımda beş yaşında kolu kırık bir kız çocuğu vardı ve tabanca tutmasını bilmeyen bir aptal havaya ateş ediyordu! başımı kaldırdığımda mükerrem’in çocukları da balkondaydı. canhıraş bir şekilde mükerrem’e sesimi duyurmaya çalışıyorum, elimle silah atıldığını işaret ediyorum. mükerrem de birden uyanmış gibi telaşla çocukları içeri sokuyor.
bir müddet bekleyince perihan teyze’nin kızını tekrar arama ihtiyacı hissedip ayağa kalktım, arkamı döndüm bir kadın arayan gözlerle meydana bakıyor. perihan teyze de hemen tanıdı. yumruk ettiği eli böğründe, diğer eliyle sigarasından nefesler çeken kara kavruk, şişman, kısa boylu kadının yüzünde de şaşkınlık ve merak vardı. yanına varınca “ne oluyor ya hû?” diye sordu hemen. o gulgulede, davut abi aşağı inmiş beni beklerken lafı uzatmadım. cep telefonsuz, yaşlı bir kadıncağızı kolu kırık beş yaşındaki bir kızla gecenin o saatinde nasıl dışarı gönderdiklerini ise elbette hiç soramadım.
saat kulesi’nin oraya döndüm. mustafa yıldız, kardeşi yunus yıldız ve mustafa’ının kayınpederi mertol bey, mükerrem mete, davut bayraklı ve mehmet erikli ile aldığımız haberleri konuşup değerlendirdik. içimizde muvazenesini en çok kaybeden davut abi’ydi. çok öfkelendi, çok sövdü, çok slogan attı ve sinirleri çabucak yoruldu. sanırım sabah dört civarı tükenmiş bir hâldeydi, eve geçip dinlenmesi iyi olacaktı, nitekim öyle de yaptı. mehmet erikli ile bir ara baş başa kaldık, mustafa, kayınbabası ve kardeşiyle eve uğrayıp gelecekti. davut hoca, mahşerî kalabalığın içerisinde slogan atarak kaybolmuştu. mükerrem her zamanki gibi kayıptı. mehmet’le birer sigara tellendirdik, mahşerî kalabalığın kenarına geçtik. biz sessiz, dumanlanırken yanımıza altmışlı yaşlarında bir amca yaklaştı. ağzından sadece şu kelimeler döküldü: “gençler… bir sigara…” öyle teklifsiz, samimî bir isteyiş değildi bu. içtima sahasındaki bilmem kaç bin askerin duygusu gibi bir şey. aynı kamuflaj, aynı kel kafa, aynı soğuğa maruz kalma… her an biri gelip “birader bir sigara versene…” diyebilir. komutan o an bağırabilir içtima sahasında sigara içildiği için. sigara verdiğin adamın sürünme cezasını tebessümle seyredersin. sigara istemek nefes almak gibi üstünde durmadığın bir iş o an. o amca, bizim asker arkadaşımız gibi sigarayı istedi. mehmet’in de benim de kafamdan o an aynı şey geçiyormuş, dönüp baktık birbirimize gülümsedik ve asker arkadaşımız olan ihtiyarı konuştuk.
bizim bulunduğumuz yer önemli bir noktaydı; emniyet, silahlı kuvvetler, semerkand iş merkezi, kültür merkezi, belediye başkanlığı, doğa koleji, akp sancaktepe ilçe başkanlığı samandıra meydanına yürüme mesafesinde bulunuyordu. hava kuvvetlerine ait geniş bir bölge vardı ki ilçe emniyet ile bitişikti. çift şeritli yolun emniyete çok yakın bir yerinde 15 temmuz’dan birkaç ay önce bombalı araç patlatılmıştı. sabaha doğru birkaç sonik patlamayı sarıgazi tarafından işitmiştim. emniyet’in ve hava kuvvetlerinin önünde gece 2 ile 4 arasında binlerce kişi vardı. bir ara, bu mahşeri kalabalıktan bir kısmı “anadolu yakası havalimanı”na gitti. mustafa yıldız’ın bacanağı havalimanı tarafındaymış, orada bir çatışmaya şahit olmuş. hatta çatışmadan ötürü hareket edecek vaziyetleri de olmamış bir müddet.
bir ara hazreti ebubekir camii’nin avlusunda abdest tazelerken müezzinle imamın salâ okumalarına da şâhit oldum. bir an için acaba salâ okuyan kimselere birinin zararı dokunur mu diye bir düşünce geldi kalbime. mustafa’ya açtım, teskin etti beni. gün doğmadan biraz evvel, işin nereye varacağını bilemediğimiz için çarşıda bir şeyler yiyelim diye düşündük. samandıra çarşısındaki börekçi o saate göre en hararetli mesailerinden birini yaşıyordu. can fırtına, mustafa yıldız, yunus yıldız, mehmet erikli ve fakir, hazreti ebubekir caminin avlusunda börekleri, birbirimizi izzetleye ağırlaya ve birbirimizi az yemekle suçlaya suçlaya atıştırdık.
gün doğduktan sonra bir ara heyecanı yükselten bir durum zuhur etti. sarıgazi tarafından bir kargo aracı geldi. bu kargo aracının cuntaya ait askerleri taşıdığı söylentisi vardı. hemen kamyon durduldu. şoföre kapağı açtı, endişeye sevk bir durum görünmüyordu.
sabah sekiz civarı sokakta bir avuç insan kalmıştı. bir grup heyecanlı genç ve ihtiyar, takkeli, sakallı, neşeli, dinç amcalar. benim zihnimde ise ellili yaşlarında, belinde mermi palaskası, omzunda tüfeği ile karnavala çıkmış gibi sırıtan ve keyiflenip havaya iki üç el ateş eden avcı eskisi gibi duran sıska adam kalmış. kafamda onca soruyla, kolu kırık beş yaşında bir kız çocuğuyla oturmuş, mehmet erikli’nin sigarasından dumanlar savururken gördüğüm sıska, sırıtkan herif.
mehmet raşit küçükkürtül