
16.
Kırk yılımın otuz yılı çalışarak geçti. Ruhen emekliyim ama emekli olmaya daha yirmi senem var. Bu kadar erken çalışmaya başlamamın neticesi midir bilmiyorum ama hiç çalışmak istemiyorum. Hattâ hiçbir şey yapmak istemiyorum. Bazı günler Tanpınar gibi “Allah’ım bana hesapsız bir yerden yüz bin gönder.” diye dua ediyorum. Nasıl zengin olunuru düşünürken bir hocamın sohbetine denk geldim. Zengin olmak için üç yol vardır. Birincisi, kader. Otuz yıldır çalışıyorum. Demek ki kaderde yokmuş. İkincisi, peder. Bazen babama da babalık yaptığım hissine kapıldığım için ondan da umut yok. Üçüncüsü, kayınpeder. Haciz borçlarını ödememiz için bankalar ondan umudu kesip bizi aramaya başladı. Yani üçte sıfır. Yine de umut fakirin ekmeği.
17.
Yirmi beş yaşımdan otuz yaşına kadar hayalim Işkın adında bir dergi çıkartmaktı. Otuzundan sonra bu istekten vazgeçtim ve Işkın Sahaf açma niyetine girdim. Hattâ sosyal medya üzerinden bunun başlangıcını yaptım. Trafik kazası geçirmiş ve iki ay çalışmamıştım. Bu süreçte rızk kapımız oldu diyebilirim. Sonra kargo fiyatlarının fahiş bir hâl alması beni bu sevdadan da vazgeçirdi. Yine sosyal medya üzerinden gelen bir mesajda, ismini ilk defa duyduğum bir yazarın kitabı sorulmuştu. Biraz araştırdığımda bu yazarın yirmi bir kitabı olduğunu fark ettim. Benim gibi, hasbelkader de olsa kitapla haşır neşir olan birisinin bile duymadığı bir yazarı bu kadar çok kitap yazmaya teşvik eden şey ne olabilirdi? Hâlâ merak ediyorum.
18.
Bir yazar için en tehlikeli durum yazdığı metinlerin sağlam eleştiriler almamasıdır. Çünkü bu durum iki şeye işaret eder. Birincisi, yazdıklarının ciddiye alınmaması, ikincisi, yazarın nabza göre şerbet verip okuyucuyu gözetmesidir. Bu ikisi de yazar için ölümdür. Mutlu Çıkmazı Sokağı benim için bu manada tam bir hayâl kırıklığı oldu. Hakkında müspet ya da menfi hiçbir şey yazılıp konuşulmadı. Tanıdıklar muhtemelen kırılmayayım diye ses çıkarmadı. Yabancılar ise eleştirilmeye bile değer görmeyip ciddiye almadı. Bu kitap böylelikle iç olup gitti. Bundan sebep ikinci kitabı çıkarmaya cesaretim yok.
19.
Şener Şen’in yaşlandıkça kıvamı arttı ve üstüne ekledikçe ekledi. İkinci Bahar dizisi bir efsaneydi. Sinemada ise Züğürt Ağa, Eşkıya, Kabadayı ile oyunculuğunu zirveye çıkardı.
Kabadayı’yı ilk seyrettiğimde ben de Ali Osman gibi düşünmüştüm. Hepiniz bir Sürmeli etmezsiniz, racon bitmiştir, demiştim. İkinci seyrettiğimde ise fark ettim ki Sürmeli’nin hayatta kaybedeceği hiçbir şeyi yok. Oysa mafya âleminin emekli babalarının çoluk çocuk, torun torbası var. O yüzden olaya tek taraflı bakmamak gerekiyor. Ali Osman kendi oğlu için, yol arkadaşlarından bütün sülalesinden vazgeçmesini bekliyordu. Bu da bence bir bencillikti.
20.
On – on iki yaş, bence insanın çocukluktan çıkıp ilk gençlik çağına adım attığı yaşlarıdır. Yavaş yavaş Doğu ve Batı klasiklerine yönlendirilmeli. Tabiî bu okumalar gözetim altında olmalı. Okuduktan sonra okuduğu eser üzerine sohbet edilmeli. Bu şekilde liseyi bitirmeden belli başlı klasikleri bitirmiş olmalı ki üniversitede bu seviyenin üzerine çıkabilsin. Bu zamanda çocukluk dönemlerinde bebek gibi, ilk gençlik çağlarında çocuk gibi, gençlik çağlarında da ilk gençlik çağıymış gibi davrandığımızdan insanlar çok geç olgunlaşıyor. Çok değil, yarım asır önce insanlar on iki on üç yaşlarında köyden gurbete çalışmaya gelirlerdi. Şimdi bu yaşlarda markete göndermeye çekiniyoruz. Elbette değişen şeyler var ama bu kadar hızlı olması doğal değil. John Taylor Gatto, Eğitim: Bir Kitle İmha Silahı adlı eserinde, “Çocukların kafasına gerçek dünya fikirleri yerine çizgi filmleri sokulması, çocukluk ve çocukluğu yapay bir şekilde uzatmayı amaçlayan büyük bir projenin parçası olarak moda haline geldi.” diyor. Hak vermemek mümkün mü?
21.
Ülkemizde sürekli bir serzeniş var: kitap okunmuyor. Bunun tam karşısında da tuhaf bir kitap enflasyonu var. Çıkan her kitabı alıp okumak zaten imkânsız. Özellikle roman konusunda baş köşeyi tutanlar var. Ayfer Tunç, İskender Pala, Tarık Tufan, Nazan Bekiroğlu, Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli… Misal Ayfer Tunç’u Osman kitabında sonra takip edemedim. Son kitabını sosyal medyada gördüm. Bir de baktım ki Kuru Kız diye bir kitap daha çıkmış arada. Ayfer Tunç’tan bende kalan bir tek Aziz Bey Hadisesi oldu. Diğer yazarlarla da yıldızım hiç barışmadı. Güray Süngü’nün de yeni romanı çıkmış. Bir arkadaşım hediye etti, sağ olsun. Güray Süngü’den bir James Joyce ya da bir Oğuz Atay çıkarabilecek miyim, bilmiyorum.
22.
İnsan eliyle yazılmış en iyi eser deyince aklıma ilk Hikem-i Atâiyye İkinci olarak da Mantıku’t-Tayr gelir. Muhteşem Attâr, “Benim mısralarım harikulâde özelliklere sahiptir, (okuyana) her an gittikçe daha fazla (manevi) kâr ve kazanç getirir. Mümkün olduğunca ne kadar sık okursan, onlar da her seferinde kesinlikle daha hoş gelecektir. Özene bözene büyütülmüş bu gelin sana duvağını bir çırpıda değil ancak azar azar açacaktır.” der. Bu sözler benim için kılavuz olmuştur. Bence iyi bir eser okuduğunda geri dönme, tekrar okunma isteği uyandırıyorsa ve ikinci, üçüncü kez okunduğunda, vay be ilkinde hiçbir şey anlamamışım, bu eserde nice güzellikler varmış dedirtiyorsa bu eser iyi bir kitaptır. Beş sene, on sene sonra tekrar okuduğun kitap sana zayıf geliyorsa o eser vasattır.
23.
Victor Osimhen, “Annemin ölümü bugün bile beni yaralamaya devam ediyor. Uğruna fedakarlıklar yaptığı şeylerin tadını çıkarmaya ömrü yetmedi.” demiş. Bu sözleri beni etkiledi. Hele de ikinci cümlesi. İlk aklıma gelen dedelerim ve nenelerim oldu. Onlar ve akranları gerçekten büyük sıkıntılar çektiler. Çocuklarını yetiştirmek için çoğu dilenmek zorunda kaldıklarını anlatırlardı köy odasında. Misal nenem (annemin annesi) genç yaşta dul kalmış ve evlenmedi. Bütün hayatı Düz Eteği dediği bahçesiyle evi arasında geçti. Evine elektrik bile gelmedi. Gaz lambasıyla, idareyle ömrü bitti, gitti. Hiçbir şeyin tadını çıkarmadı derken burkuluyorum. Belki de o tadı buldu, biz tatsız tuzsuz kaldık. Hepsi, eskilerin duasıyla, “Nur gölleri içinde yatsın.”
23.
Kitap tavsiye edenlerden de, etmekten de hep çekinmişimdir. Hattâ bu konuda Edebifikir, Telegram’da bir program yapmıştık. Ben konuşma özürlü olduğum için kendimi ifade edememiştim. Yunus Emre Özsaray araya girmişti de biraz durumu kurtarmıştı. Evet, kitap tavsiyesi zehirli bir şey. Öncelikle tavsiye ettiğiniz kişiyi tanımanız, hangi kitapları okuduğunu, hangi türlerden hoşlandığını bilmeniz gerekiyor. Ayrıca tavsiye ettiğiniz kitabın üzerine mutlaka sohbet etmelisiniz. Aksi taktirde bütün tavsiyeler kısır kalacaktır. Geçenlerde sosyal medya üzerinden Usta ve Margarita’dan sitayişle bahsettim. Bu övgüden sonra okumaya başlayanların çoğu kitabı ya yarım bırakacaklar, ya da kitabı abarttığımı düşünecekler. Çünkü bir kitap tek başına bir anlam ifade etmiyor. Ona akraba kitaplar da okunmalı ki bir mihenk taşın olsun. Konusu ruhunu şeytana satmak olan diğer kitapları, Balzac, Tılsımlı Deri, Wilde, Dorian Gray’in Portresi, Atsız, Ruh Adam, Goethe, Faust’u okuyunca benim övgüm ve tavsiyem bir kıymete binip anlaşılacaktır.
24.
Bazen kendimi hiç istemediğim tartışmaların ortasında buluyorum. Beklenmedik bir ânda gelen “Talha Hakan Alp’in Mektûbât tercümesi okunur mu?” sorusu insanı afalllatıyor. Sanki elinde çok bir tercih varmış gibi. Bütün tarikatlar ve cemaatlerde, özellikle Müceddidî-Halidî kollarında Mektûbât baş ucu kitabıdır. Buna rağmen henüz elimizde orijinal dilinden bir çevirisi bulunmamakta. Keşke tarikatlar ve cemaatler ve bunlara bağlı STK’lar el birliği etse ve buna bir bütçe ayırsa. İşinin ehli tercüme heyeti kurulsa ve Farsçadan dilimize çevrilse ve prestij bir baskı yapılsa ve iş adamlarından sponsor bulup en uygun fiyata satılsa. Elbette bunlar bir temenniden ileri gitmeyecek. Çünkü kimsenin böyle bir derdi yok. Biz garibanlara da böyle suni tartışmalar kalıyor.
Celal Kuru


3 Yorum