Yusuf Duru, umudu haykırıyor. Sahi umuttan başka neyimiz var?
***
Bir eylül gününde
“Yesrib gülüşlü” bir güzele vurulduğumuz,
Can pazarına met’a olarak atıldığımız,
Aleme rüsvay olduğumuz,
Kendimize sessiz kaldığımızdır.
Hazanın sarıya boyandığı, aşkın kapıya dayandığı mevsimdir eylül.
Sabaha karşı, bir başıma şehrin, akşamın alacasından sonra büründüğü ve sabahın ilk ışıklarına kadar gizlendiği kimsesizliğine “kim” olmaya çalışırcasına adımlıyorum kaldırımları. Gece bekçileri bile gecenin kuytularına çekilmiş, kim bilir hangi hülyanın işveli, cilveli ve şuh girdaplarına kapıl(an)mışlar.
Gün ağarmak üzere, ortalığı velveleye verecek olan ışığa yeni bir yüzle çıkılacak ve güneşin aydınlığında, tüm sıkıntılar, karabasanlar, gece saklananlar şehrin kalabalığına karışıp kaybolacaklar. Ben yine sessiz, yine sensiz…
Bu sessizlik ve sensizlik, bu bir başınalık artık yük olmaya başladı yüreğime. Ayaklarım, her an yeni bir isyana doğru beni çekip sürükleyebilir, her an yeni bir başkaldırıya, yüreğim olur diyebilir. Gelmesi beklenen, ya da gelip peronunda bekleyen trenlerden inmeyeceğini bile bile kaç sabaha kan çanağı gözlerle, bekleme salonlarının soğumaya yüz tutmuş soba başı yalnızlıklarında ulaştım biliyor musun? Ve kaç eylül gecesi yalnızlığında, kaybolmuş hayatlarının, taşımakla, sürüklemek arasında hamallığını yapanların boş, anlamsız, bazen korku, bazen tedirginlik kokan, çokça tehdit dolu bakışları ile paylaştım saçak altlarını haberin var mı?
Kaçışıma bakma, sen bana bakma… Ben hep böyleyim. Yanımda yöremde kim var(sa). Varlıklarının farkında olmayan yokluğun elçileri. Bu gecelerle olan bağım korkutmasın seni. Meczup sanma sakın. Ben senin delinim, sende kaybolmuş özümü, yine sana ait adımlarda arayıp bulmaya çalışıyorum. Hani hep kendinden utanan, ama asıl âlemin kendisinden utanması gereken teslim olmuşların en iyisi “Zâkir” vardı ya. İşte o misal. Bir “Zâkir” olamadım ya ona yanarım…
Hep bir ses bana şöyle seslenir; “Sen hiç değişmeyecek(mi)sin?” değişmeyi isteyen kim a gönül çelenim! Her gün geceye doğru süzülürken nazlı kanatlarıyla, ben avare sokaklara vururum kendimi. Kime ne kavrulmuş saçlarımın günlerdir su yüzü görmediği, kime ne yaz kış yarıya kadar açık gömlek düğmelerimden, kahverenginin en koyu tonundaki yanık tenimin üşümesi, kime ne ayaklarımın yalın, başımın açık olması.
Maveraya kadar uzanan bu çılgın yürüyüşün nerede biteceğini kimse bilmiyor. Ama ben biliyorum Yesrib’lim, ben biliyorum. Kendi kendime inandırdığım “bir gün geleceği yere gidiyorum” soranlara da böyle söylüyorum. Nereye geleceğini sorduklarında, eylül sarısı, hazan sızısı, yaprak düşüşü umutlarımla bakıyorum uzaklara, çok uzaklara.
Yokluğun gurbetimdir. Kavuşmam hayal. Her seher vakti duaya durmuş ihtiyarlar görürüm cami önü yalnızlıklarında bu şehrin. Ellerini açmış büyük bir şevkle sonlarının hayrına dua ederler. Ve ısınır yürekleri ihtiyarların. Umuda sarılmış, duanın sıcaklığını hissederek daha bir ısıtır onlara bakan gözleri. Heveslenirim, çökerim yanlarına iki diz üstü. Açarım bende ellerimi. Duam “sen”lidir, yakarışım “sen” yüklüdür. Yanaklarımdan iki damla yaş süzülür arkası kesilmeyen. Yine düşersin aklıma, yine vurursun yüreğime deli deli. Günlerdir, aylardır sessizliğinin sorgusu bir murç gibi yüreğime çakılıverir ansızın. Pervasız kaldırırım başımı, açarım gözlerimi fütursuz, sanki yanımdaki ihtiyarın dua kokan avuçlarında seni görmek istercesine bakarım… Ama…
Aylardan eylül, mevsim ölümdür. Ölüm kurtuluş…
Ah eylül! Gelişin her seferinde bir ayrı sancıdır, gidişin hazan. Ardından dökülen tüm umutlar, birileri tarafından süpürülür, toplanır ve götürülüp şehrin metruk yerlerine kurulmuş umut çöplüklerine, çürümeye bırakılır.
Kim bilir, çürümeye bırakılmış umutlar hiç beklenmedik bir anda filizleniverir, yeşerir ve taptaze bir fidan olarak yeniden boy verir.
Ne dersin Yesrib bakışlım? Yeşerir mi umutlarım?
Yusuf Duru
3 Yorum