Kırık Düşlerin Gölgesinde Bir Aile Dramı: Leylâ’nın Kardeşleri

Leylâ’nın Kardeşleri (Barādarān-e Leilā – 2022), İranlı yönetmen Saeed Roustaee’nin kalemi ve kadrajından çıkan bir aile draması. Film, İran’da giderek artan ekonomik kriz, toplumsal baskılar ve aile içi çatışmalar üzerinden çok katmanlı bir hikâye sunar. Filmin başrollerinde Taraneh Alidoosti (Leylâ), Navid Mohammadzadeh (Alireza), Payman Maadi (Manouchehr) ve Farhad Aslani (Parviz) gibi İran sinemasının önde gelen isimleri yer alır.

Leylâ, ailesinin ağır ekonomik koşullar altında ezilmesine rağmen onları ayakta tutmaya çalışan bir kadındır ve bu mücadele filmin ana eksenini oluşturur. Leylâ’nın Kardeşleri, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü için yarıştı, ancak İran hükümetinin politik baskıları nedeniyle film İran’da yasaklandı ve yönetmen Roustaee ceza aldı. Buna rağmen film, dünya çapında birçok festivale katıldı ve eleştirmenlerden tam not aldı.

“İyi filmler, en basit ve en küçük anlardan doğar. Yaşamın günlük sıradanlıklarına zinde gözlerle bakın ve aslında bunların ne kadar büyüleyici olduğunu görün. Yönetmen olarak işimiz gözlemlemek, anımsamak ve ekranda tasvir etmek. Ne kadar çok gözlemlerseniz dünyaya o kadar yoğun tanıklık edersiniz ve işiniz de o kadar iyi olur. Eğer içinizde patlamaya hazır hikâyeleriniz varsa bu fırsatı değerlendirin ve hikâyelerinizi diğerlerine de anlatın.” der Abbas Kiyarüstemi, sinema derslerinde. Sanatın cevheri ve sanatçının özgünlüğü bu bakış açısından görülür. Teknik, kuram, teori ve kurgu daha sonra gelir. Saeed Roustaee, ustaca örülmüş bir hikâyesi olan bir anlatıcı. Her şeyden evvel insanına, toplumuna bakabilen, meseleleri zinde bakışlarla gözlemleyen ve bir insandan yola çıkarak neyi nasıl anlatılabileceğini de ustaca kurgulayan biri.

Leylâ’nın Mücadelesi

Bir ailenin ağırlığını sırtında taşımak… Hayatın ağırlığını omuzlamaktan yorulmuş, ama yılmamış bir kadın… Leylâ, ailesi için, ailesine rağmen güçlü duran bir kadın. Oysaki bu yalnızca Leylâ’nın hikâyesi değil, İran’ın sosyal ve ekonomik sarsıntılarıyla altüst olmuş bir toplumun metaforu. Saeed Roustaee’nin bu filmi, bir ailenin çöküşünü gözler önüne sererken, aslında İran toplumunun derinlerinde kanayan sorunlara eğilir. Filmin ilk anından itibaren gözlerimizin önünde beliren karanlık, sadece fiziksel mekânlarla sınırlı değil; insanların ruhlarına işlemiş bir karanlık bu. Leylâ, bir kadının toplumda hem kendi kimliğini inşâ etme çabasını, hem de ailesini kurtarma mücadelesini taşır omuzlarında. Leylâ’nın mücadelesi, bir kadının ailesini ayakta tutma çabasının ötesinde, bir ülkenin karanlık yüzüne de ışık tutar.

Roustaee, senaryosunu ince ince işlemiş. Merkeze bireyi (Leylâ’yı) ve ailesini alarak toplumsal çözülmeye geçişin portresini sunar. Leylâ ve kardeşlerinin her biri, farklı bir hayâl kırıklığının ve umutsuzluğun tezahürü. Her karakter, İran’daki mevcut durumun farklı bir boyutunun temsili. Alireza, tüm enerjisini bir çıkış yolu bulmaya adamış ama her defasında duvara çarpan genç adam, İran’lı gençlerin umutsuzluğunun sembolü: “Nasıl bu kadar dibe vurduğumuzu hâlâ anlamıyorum. Çocukken hayâl ettiğim gelecek hiç de böyle değildi. Büyümenin, hayâllerinden; yavaşça ama emin adımlarla vazgeçmek demek olduğunu öğrendim.”  Diğer kardeşler ise, her biri farklı bir çıkış arayışında ancak sistemin pençesinden kurtulamayan bireyler. Leylâ’nın bu hikâyedeki yeri ise çok daha sembolik; bir abla, bir anne, bir baba ve bir kurtarıcı. Roustaee, Leylâ’yı sadece bir birey olarak değil, patriyarkanın / ataerkilin kırılma noktasındaki kadını temsil eden bir karakter olarak kurgulamış. Bu noktada, filmin İran’daki cinsiyet rolleri üzerinden de bir eleştiri içerdiğini görmek kaçınılmaz.

Ya Saygınlık Ya Sefalet

Leylâ’nın babası Esmail Jourablou (Saeed Poursamimi), geleneklerine sımsıkı bağlı. Fakat yoksulluktan dolayı hanedan reisi olarak toplumsal saygınlığa hiç erişememiş. Jourablou hanedanının reisi vefat ettikten sonra en yaşlı hanedan üyesi olarak reislik makamında olma arzusuyla günlerini geçirir. Ekonomik refaha kavuşabileceğine dair umutsuz ama en azından hayatının sonunda saygınlık elde edebilme arzusu duyar. Leylâ ise kardeşlerinin geleceğini müreffeh bir hayata eriştirmenin savaşıyla meşgul. Erkek kardeşleri, baba-kız mücadelesinde arada kalmış. Bir yandan babalarının saygınlık arzusunu gerçekleştirmesine engel olmak istemezlerken diğer yandan Leylâ’nın iş kurup sefaletten kurtulma isteğine tutunuyorlar. Fakat sefalet, sadece birini gerçekleştirme imkânı sunar. Erkek kardeşlerin bu arada kalmışlığı, ülkenin ekonomik istikrarsızlığının sebep olduğu altın – dolar kurundaki yükselişlerle beraber iyiden iyiye çıkmaz sokağa sapar. Müreffeh hayatın kıyısına varamamış, sefaletin onları hayat boyu başarısızlığa sürüklediği erkek kardeşlerin ârafta kalması ve sürekli karar değiştirmeleri, ülkedeki ekonomik dalgalanmayla birlikte geri dönüşü olmayan hatalar silsilesini başlatır.

Filmin Sinematografisi

Film boyunca mekân kullanımı, karakterlerin psikolojik durumlarına göre yansıtılır. Küçük, daracık evlerde sıkışmış hayatlar, karakterlerin içinde bulundukları içsel ve dışsal krizleri daha da belirgin kılar. Roustaee’nin yönetmenlik tarzı, izleyiciyi filmin içine çeken ve karakterlerle bağ kurduran bir yapıya sahip. Kamera, bazen Leylâ’nın yüzüne o kadar yaklaşır ki onun yaşadığı her acıyı, her umutsuzluğu biz de hissederiz. Kamera açıları, karakterlerin ruh hâllerini yansıtır; dar, sıkışık mekânlar, onların iç dünyalarının da ne kadar tutsak olduğunu gösterir. Özellikle evin içindeki boğucu atmosfer, karakterlerin nefes alamaz hâllerini ve toplumun baskısını simgeler. Bu ev, İran’ın geleneksel aile yapısının bir mikrokozmosu; dar ve kapalı, kaçışsız bir alan.

Bu ev, aynı zamanda ailenin bitmek bilmeyen kargaşa döngüsü. Leylâ’nın aileyi kurtarmaya çalışırken sıkıştığı bu dar alan, toplumun kadına çizdiği sınırların da somut bir yansıması. Ancak film sadece aile içi bir dram değil; aynı zamanda politik bir eleştiridir. Roustaee’nin, İran hükümetine yönelik eleştirileri, toplumsal ve ekonomik krizlerin aileleri nasıl parçaladığını gösteren sahnelerle ustaca dokunur. Özellikle baba karakteri, İran’ın geleneksel yapılarının temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Baba, tüm gücünü yitirmiş, sadece geçmişin gölgesinde yaşayan bir adam. Onun için aileyi ayakta tutmak, sadece geleneksel değerleri sürdürmekten ibaret. Ancak Leylâ’nın yeni bir yol arayışı, bu değerleri yıkmaya çalışır. Babasının gözünde ise bu, bir ihanetin ötesinde kabul edilemez bir sapmadır. Baba ve Leylâ arasındaki çatışma, eski ile yeni, gelenek ile modernite arasındaki kaçınılmaz çarpışmayı simgeler.

Görsel anlatım, filmin en güçlü unsurlarından biri. Roustaee, karanlık ve gölge oyunlarıyla karakterlerin ruhundaki elim çatışmaları derinleştiriyor. Leylâ’nın yüzü, çoğu zaman karanlığın içinde yarı aydınlıkta kalır. “Yüzümün yarısı / Diğer yarısı için uçurumdur”[1] Bu, onun bir yandan aileyi ayakta tutmaya çalışırken bir yandan kendi iç bunalımıyla boğuştuğuna dair güçlü bir görsel sembol. Film boyunca kullanılan ışık ve renk paleti, özellikle kahverengi ve gri tonlarıyla donuk ve soğuk bir atmosfer oluşturur. Bu renk seçimi, karakterlerin umutsuzluğunu ve hayatın tekdüzeliğini yansıtır. İzleyiciye karanlık dünyanın içinde bir çıkış yolunun olmadığını hissettirir.

Filmin Kurgusu ve İşlenişi

Karakterlerin iç dünyalarını sadece diyaloglarla değil, kameranın diliyle de anlatır. Kamera, bazen karakterlere fazla yaklaşarak ruhlarındaki yaraları ifşa ederken, bazen de uzaklaşarak, İran’ın genel sosyal panoramasını seyrettirir. Özellikle Leylâ’nın yalnız anlarında kameranın mesafesi, karakterin yalnızlığını ve çaresizliğini duru bir şekilde aksettirir. Yönetmenin bu mesafeyi ustalıkla kullanması, seyirciyi karakterlerle özdeşleştirirken bir yandan da trajediyi dışarıdan gözlemlememizi sağlar.

Kurgu açısından, filmdeki olayların sıralanışı ve karakter gelişimleri oldukça dikkat çekici. Hikâye, kronolojik bir düzen içinde akmaz; zaman zaman geçmişe dönük anlatılarla karakterlerin arka planlarını, onların geçmişte yaşadıkları sarsıntıların bugünkü hayatlarına etkisini görürüz. Bu zaman atlamaları, izleyiciye karakterlerin neden bu hâle geldiklerini anlaması için bir arka plan sunar. Ancak filmin temposu yer yer yavaşlayarak izleyiciye soluklanma fırsatı verirken, aynı zamanda boğucu atmosferin etkisini daha da artırır. Bazı sahnelerde bu yavaş tempo, izleyiciye karakterlerin çaresizliğini güçlü bir şekilde hissettirir. Kurgu, izleyiciyi sıkmadan hikâyeyi anlatırken, bazı kritik sahnelerin dramatik etkisini uzun planlarla artırır.

Filmin en dikkat çeken unsurlarından biri de müzikleri. Roustaee, müziği minimalist bir şekilde kullanarak karakterlerin duygusal yüklerini daha da ağırlaştırır. Sessizlik, filmde en az konuşmalar kadar güçlü bir anlatım aracı. Leylâ’nın içinde, kendi derinliğinde yaşadığı çatışmaları ifade eden sessizlik, İran’ın içinde bulunduğu sessiz çığlığın yansıması. Filmde ara ara tekrar eden sessizlikler, aslında söylenemeyenleri, bastırılanları simgeler. Bu açıdan film, sadece karakterlerin hikâyesini anlatmaz; İran halkının sesi de olur.

Filmde kullanılan ses tasarımı, özellikle ev içindeki kaos dolu sahnelerde karakterlerin üzerindeki baskıyı hissettiren bir atmosfer oluşturur. Mekânın dar ve boğucu yapısı, bu baskıyı daha da artırır. Dış sesler, televizyonun arka planda verdiği haberler, ekonomik krizle ilgili duyulan cümleler, karakterler kadar izleyiciye de dışarda bir kaosun olduğunu haber verir.

Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.”

Leylâ’nın Kardeşleri, basit bir aile dramının ötesinde. Film, toplumun çözülemeyen yaralarını ve ekonomik krizin bireyler üzerindeki sarsıcı ve yıkıcı etkilerini güçlü bir şekilde yansıtır. İran sinemasının karakteristik özelliklerini taşıyan bu yapım, toplumsal eleştirilerini karakterler üzerinden sergiler. Roustaee’nin kamerası, sadece bir ailenin çöküşünü değil, aynı zamanda bir toplumun dağılma sürecini kayda geçirir. Bu süreç, her ne kadar İran’a özgü gibi görünse de, evrensel bir trajediyi de yansıtır. Ekonomik sıkıntılar, toplumsal baskılar ve geleneksel değerlerin modern dünyayla çatışması, her toplumun bir dönem yüzleşmek zorunda kaldığı sorunlar arasında yer alır. Her ne kadar film, İran’a özgü temaları işlese de, evrensel mesajlar içerir. Aile içindeki çatışmalar, patriyarkal düzenin baskısı gibi temalar, dünyanın pek çok yerinde yankı bulur. Dolayısıyla Leylâ’nın mücadelesi, yalnızca İran’daki bir kadının hikâyesi değil; aynı zamanda dünyanın her yerinde toplumsal normlara karşı çıkan, kendi yolunu bulmaya çalışan bireylerin ortak mücadelesi.

Bu film, sadece bir aile dramı değil, bir ülkenin sosyo-politik yapısını ailenin içindeki mikro çatışmalarla ortaya koyan güçlü bir yapım. İran’ın toplumsal dinamiklerini ele alan bir başyapıt. Roustaee’nin yönetmenlik becerisi, çok güçlü oyunculuk performansları ve etkileyici senaryo, filmi bir dramdan çok daha öteye taşır. Leylâ’nın hikâyesi, İran’ın hikâyesi, hatta dünyanın hikâyesidir. Roustaee, sinemayı bir ayna gibi kullanarak, toplumsal sorunları gözler önüne sererken, bireyin bu sorunlar karşısındaki çaresizliğini Leylâ’nın dilinden aktarır: “Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.”

Bir aileyi ayakta tutmak için ne kadar fedakârlık gerekir? Ve bu fedakârlık, bireyin kendi varlığını ne kadar yıpratır? Leylâ, kardeşlerini ve ailesini kurtarabilmek için her şeyini feda etmeye hazır; ama toplumun sert duvarları karşısında onun bu çabası ne kadar başarılı olabilir? Film, bu soruları cevapsız bırakırken, izleyiciyi bu soru(n)larla baş başa bırakır.

Adem Suvağcı


[1] https://edebifikir.com/siir/vahlar.html

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir