Bahadır Dadak: “Yaşam bir gergef şimdilik. Akıl ve sezgi arasında kasılan ahşap bir daire…”

Yazarlarımızdan Bahadır Dadak ile yeni kitabı “Aldanmanın Muhtasar Tarihi” çerçevesinde beğeneceğinizi umduğumuz ilginç bir söyleşi gerçekleştirdik. (Oğuzhan Yılmaz)

***

Kitabınızın girişindeki takriz yazısında Bahadır Dadak’ın insanlarla başının dertte olduğunu yazıyor. İçinizdeki bombayı okuyucuların kucağına atmak için mi bu yazıları kaleme aldınız?

İnsanı yazmaya iten pek çok sebep var. İnsiyaki olarak “iten” fiilini kullandım. Evet, çoğunlukla yazıya doğru itiliyorum. Artık aşağıya düşünce debelenmiyor insan. Yere inerken de yukarıya çıkarken de bir serinlik buluyorsun. Ezkaza, o kısacık zaman zarfında zihnin yedek paraşütü açılabiliyor. Palas pandıras bir meyve ağacına çarpıyorsun. Oyalanmadan, toplayabildiğin imgeleri toplayacaksın. Keza karanlık ormanda aç geçireceğin koca bir gece var önünde… Derli toplu bir fikri ikmal eden metinlere ise “yöneldiğim” sonucu çıkıyor buradan. Güvenli bölgedesin artık. Zaten fikirleri birilerinden miras almışsın. Üzerine yüz yıllardır düşünülmüş, binlerce yorum yapılmış allı pullu meseleler. Yine de yazıyorsun işte. Bir de kılıf uyduruyorsun, kavramlarla etkin düşünerek aklın tekâmülünü sağlamak falan… Can sıkıntısı ve mecburiyetler arasında da bir bağlantı kurabilirim. Bir de kabiliyetlere set çekilmemeli, kişi ederince yapıp etmeli. Yolda olmalı. Esasında insanı yazmaya iten sebebin onanma ihtiyacı ve beğenilme arzusu olduğunu düşünüyorum.

İnsan aldanmasa yaşamla kurduğu bağı güçlendirebilir mi? Aldanmanın Muhtasar Tarihi kitabı aldanmanızın bir ürünü mü?

Yaşama verdiğimiz mananın ne olduğu sorusunu cevaplamadan ilk soruyu cevaplamak biraz zor olur sanıyorum. Yani hayatın bizim için nasıl bir anlamı olmalı ki yaşamla kurduğumuz bağın güçlü olup olmaması bizim için önemli olsun? Sorunun cevabını tam olarak bilmiyorum. Yaşam bir gergef şimdilik. Akıl ve sezgi arasında kasılan ahşap bir daire. İlk bakışta, dünyadan geçip gideceğimiz düşüncesi ve onun kokuşmuş bir hayvan leşine benzetildiği rivayetler yaşamla kurduğumuz bağı azaltmanın bir erdem olduğu izlenimini veriyor. Bakış açımızı değiştirdiğimizde -yürüyenler için zamanla genişleyeceğini de umuyorum- yani bir bakıma aldanmayı göze aldığımızda, geçip gideceğimiz yere ancak dünyadan gidebileceğimizi görüyoruz. Öyleyse ne varsa burada var ve ne olacaksa burada olacak. Yaşamı önemsiyorum. Kötü şiirler yazsam da benim de yaşamak umurumdadır. Yaşamı önemsemekle dünyayı önemsemenin farklı şeyler olduğunu da belirtmeliyim. Dağlar birbirine çarpıp güneş bir çarşaf gibi dürüldüğünde, hâlâ zamanın varlığından söz edebileceğimiz düşüncesi umut veriyor bana. Aldanma ve yaşamla kurduğum bağ meselesini ise iki misalle açıklayabilirim. İlki Nemrut’un yaktığı ateşe su taşıyan karıncanın hikâyesi. Sözüm ona, “Hiç olmazsa hangi tarafta olduğum belli olsun” demişmiş. İçten içe ateşi söndüremeyeceğini itiraf ediyor aslında. Allah’ın kadir-i mutlak olduğuna kâmilen iman etmiyor karınca. Aldanıyor… Karıncayı referans almaya devam edersek, Gazze’de yanan ateşi asla söndüremeyeceğiz… İkinci hikâye bir tasavvuf kavramıyla alakalı. Ebu Nasr Serrac Hazretlerine göre sûfi ismi, “sûf”dan türemiştir. Sûf yün elbise manasına gelir. Bu yaşıma kadar bu yün elbiseyi giyen kimselere sûfi denildiğini sanıyordum. Oysa dünyaya ait elbiseleri çıkaran kimselere sûfi deniyormuş. Aldanmışım.

Kitabınızda yazılarınız haricinde çizimleriniz de var. Hem yazılarınızın içeriğinden hem de çizimlerinizden hayal gücünüzün kuvvetli olduğu anlaşılıyor. Bu denli hayal kurmak gerçekle olan ilişkinizi zayıflatmıyor mu?

Yeterince bilgili olmadığım için analitik düşünemiyorum. Analitik düşünemediğim için de hayal kuruyorum. Sönüp yanan ışıklar var… Beni ve etrafımı yeterince aydınlattıklarından şüpheliyim. Düne göre aklın yapıcılığını daha çok önemsiyorum. Lâkin kevn u fesad âlemindeyiz. Med-cezir imkân dairesini suların içine çekince şehvet yumaklarını da yeryüzüne kusuyor. Çok su yuttum… Pek hayal kurasım yok artık. Bilmek istiyorum. Kaldı ki hangi gerçek? Gerçekten hakikati talep eden adama yokuş çıkartıyorlar. Her şey naylondandı, o kadar.

Bir yazınızd Schopenhauer’in “Görüş, etki ve temas alanımız ne kadar darsa, o kadar mutluyuzdur: Bunlar ne kadar genişse, o kadar ıstırap çekeriz.” sözüne atıf yapıyorsunuz. Istırabınız mı sizi yazı yazmaya itiyor yoksa tüm bu ıstıraplarınıza rağmen mutluluğu günde üç öğün arıyor musunuz?

Yukarıdan bakan birine göre görüş alanım oldukça dar olmalı. Kaldı ki insan, mutluluğu doğası gereği arar. Aksi takdirde Albert Camus olursunuz. Bir yerde fişi çekersiniz. İnsan, doğasının farkına, fıtratına uygun biçimde, ancak Allah’ın ahlakıyla ahlaklanarak varabilir. Yoksa mutluluğa kıyafet biçerken yine insanı referans almak zorunda kalırız. İnsan ise serapa hüsrandır. Beni yazıya iten hüsranın sebebi ise modern dünya karşısında hissettiğim çaresizlik ve yenilmişlik hissi gibi duruyor. Kesin başka travmalar da vardır, altını deşmeyi gözüm almıyor… Çünkü hâlâ Hegel’in kurduğu büyük felsefe okulunu Schopenhauer’in kıskanmasından gizli bir haz duyuyorum.

Bir yazınızda bazı zamanlar anlamanın meseleyi çözmeye yetmediğini söylüyorsunuz. Bu gibi durumlarda acil çıkış rampası olarak direksiyonu nereye kırıyorsunuz?

Kimse Tanrı’nın zâtını idrak edemez. O zaman ya insan düşüncesi sınırlı yahut Tanrı’yı herhangi bir sınırla tavsif edemiyoruz. Bu iki zorunluluğun çarpışmasından mümkünlerin ilmi doğuyor. O fasit dairede hepimiz birer müçtehidiz, hepimiz âlim ve cahiliz. Cenâb-ı Hak Kurân-ı Kerim’de ‘’ilmin’’ karşısına ‘’cehaleti’’ değil, ‘’zannı’’ koyuyor… Oysa ben ne zaman yeryüzü bana mescit kılındı desem, yeni bir zannın üzerine secde ederken buluyorum kendimi.

“Türkiye’de doğmuşsanız ulusalcı, İslamcı, komünist, sosyalist, Kürt milliyetçisi yahut Doğu Perinçek’siniz demektir. Yok, ben aşçı tabağı almak istiyorum derseniz Dücane Cündioğlu yahut İsmet Özel de olabilirsiniz.”

İbrahim Orhun Kaplan’ın bir aşçı tabağındaki özgül ağırlığını bize formülleriyle ispatlayabilir misiniz?

Hayır, İbrahim’i yererek onu mutlu etmeyeceğim. Kendisine yeterince absürt test hazırladık, sosyal medyada da elimizden geldiğince üzmeye, kalbini kırmaya çalıştık. Olmuyor. Kötü şöhreti arttıkça daha mutlu oluyor herif. Allah selamet versin.

Bir yazınızda cennet aldananların yurdu diyorsunuz. İnsanın cennete girebilecek kadar aldanmasından kendi kendini aldatmalarını çıkarıp ikiye böldüğünüzde çıkan sonuçla başıboş köpek sorunu çözülebilir mi?

Daha kötülük problemi çözülmedi köpek problemi nasıl çözülecek? Reenkarnasyon sinemasıyla Hintli gurebayı ayıklayan mistik bir lider olsaydım, müritlerime bu dünyadaki yaşamınızda köpeklik yapmazsanız diğer yaşamınızda Monica Belluci olarak vücuda geleceksiniz derdim. Kötülük probleminin çözümü Monica’da ama bizim allâmede bakacak göz nerede!

“Anlamaktan yoruldum” demiş Pessoa. Pessoa Lizbon’da değil Semerkand’da doğmuş olsaydı şöyle diyecekti: Yorulmaktan anladım. Huzursuzluğun Kitabı’nı bir kenara bırakalım. Alışkanlık ve sağduyu batağına saplanıp, sırf gayr-i müekked diye ikindinin ilk sünnetini terk etmeyelim” diye yazmışsınız.

Pessoa Semerkand’da değilde Hakkari’de doğmuş olsaydı ezanın daha ilk saniyelerinde 2. rekatı eda eden Adem Suvağcı’ya ne derdi?

Pessoa Hakkâri’de doğmuş olsaydı, birisinin on üçüncü kardeşi falan olacaktı. Ailesi ne kadar zengin olursa olsun, zihni, ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde işleyecek; “Dar gelirlinin travması olmaz” fehvasınca hareket edecek ve istese de huzursuz biri olamayacaktı. Bir Hakkârili zorunlu olarak huzurludur. Dolayısıyla Adem de huzurludur. Üstelik Adem daimi surette haklıdır… Pessoa’nın Adem’e ne diyeceğini bilmem ama öte tarafta İmam Şafii hazretleri; birinci kat semaya ektiği güllerin bir de dikenlerinin olduğunu kendisine hatırlatacak sanıyorum.

Feyyaz Kandemir’in Göktürkçe ve Öztürkçe başta olmak üzere 16 Türk diline çevrilen, Türkî devletlere ulaklar aracılığıyla gönderdiği ve aruz vezniyle yazdığı “Bahadır Dadak’tan Nefretimin Yirmi Sebebi” isimli bildirisinin edebiyat mahfillerine ulaştığını ve “Bahadır Dadak’ın münkirleriyiz!” sloganlarının merkez üssü Nazilli’de bulunan Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Derneği ve Üstad Muharrem Cezbe’nin yönetim kurulu başkanlığını yaptığı DDDKD (Dünya Düzdür Düz Kalacak Derneği) gibi birçok cemiyet ve müesses nizamda yankılandığını biliyoruz.

Tüm bu yaşananlara rağmen kitabınızın hak edeceği değeri göreceğine inanıyor musunuz? Okuyucularınıza son olarak ne söylemek istersiniz?

Kültür endüstrisinin popüler kitapları metalaştırarak kapitalizmin bir ürünü haline getirdiği gerçeğini bir kenara bırakalım. İyi metnin muhakkak muhatabını bulacağını düşünüyorum. Sanıldığının aksine pek çok popüler metin, iyi pazarlandığı için değil, zaten nitelikli olduğu için popüler. Kitap okurlar nezdinde değerlenmiyorsa bunu hak etmediğindendir. Dolayısıyla hak edilecek bir değerden bahsetmek abes olur. Nedir, insanlara tebelleş olduğumdan sosyal medya hesaplarımı kapattım. Dergilere yazmıyorum. Bir edebiyat kampında değilim. Kendi reklamımı yapamadığım için muhtemelen sınırlı bir okur kitlesine ulaşacağım. Hayırlısı olsun. Son olarak okurlara bir anekdot aktarmak istiyorum. Seneler içinde Edebifikir çatısı altında genç kardeşlerimizle pek çok ders, sohbet tertip ettik. Edebifkir bir medrese, bir okul… Bizler fikrin eyleme dönüştüğü sürece anlamlı olduğunu savunuyoruz. Çaykolik Sohbetleri’ni duyurduğumuz afişlerde “eylem” ibaresini ve “el bombası” tasarımlarını kullandığımız için iki kez polisler tarafından baskın yedik. Bilginin güç olduğu yerde devlet imgesel düşünemiyor. İnsanlar, çiçeklerin yenebilen bir şey olduğuna kanaat getirseler onu da yiyecekler. Toplum normları insanları moronlaştırmak için her gün tekrar dizayn ediliyor. Dünyada bir yer işgal ettiğimizin farkına varmak için Edebifikir’in kıymetini bilelim. Mülakat için teşekkür ederim.

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • Haydut , 09/10/2024

    O değilde yaşlanmışsın be kral

  • Merhaba poğaçacı , 23/07/2024

    Söyleşi için teşekkür ederiz. Bahadır abinin verdiği cevapları bazen anlamıyorum onu anlamak için onun okuduğu kitapları okumuş olmak, izlediği filmleri izlemiş olmak ve belli bir miktar ona yarenlik etmek lazım gibi geliyor ya da ben de sorun var bilmiyorum yine de anladığım ya da anladığımı sandığım cevapları Bahadır abiye olan hüsnüzannımı pekiştiriyor ve sayın Dadak’a daha çok dua edesim geliyor.
    Son bir şey söylemek istiyorum söyleşinin başında kırmızı mürekkeple yazılmış olan “beğeneceğinizi umduğumuz” ifadesi kalbimi yaraladı… Neyse ben gidip poğaça yapam.

    • kek yaptım ben de , 23/07/2024

      o değilde belki b.d anlaşılmak istemiyordur zor anlaşılmak istiyordur ya da anlaşılmak için çabalanılmak isteniyordur bir sürü karbonhidrat yediğim halde hala anlıyorum basit aslında dikkatini vererek oku karşiim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir