Resmî ideolojinin, şiddet üzerinden kazandığı hakları geri verme ihtimali belirdiği son 15 yılın Türkiye’sinde ne çok şey değişmeye başladı, farkında mısınız? Özellikle geçmişiyle yüzleşmeyi korku nöbeti geçirmeye eş değer gören bir kesim, edebiyattan sanata, buldukları her alanda kendi halkının değerlerine saldırıyor, hakikatleri bozabilmek gayesiyle her hileye başvuruyor.
Son yıllarda ülkemizde tarih alanında yazılan ve sinemada, tiyatroda alt metin olarak kullanılan tarih eserleri, ifade ettiğimiz bu korkunun, patolojik bir dışa vurumu olarak önümüzde duruyor. Sırtını resmî ideolojiye dayayan kesim, tarihi hakikatleri göz ardı ederek çarpıtmalara başvuruyor, birleştirici, kucaklayıcı bir temelden bilinçli olarak uzak duruyor, bu vesileyle de elde ettikleri kazanımları korumaya çalışıyor. Hitap ettikleri küçük ve mutlu azınlıkla kendilerine bir hayal dünyası kurmaya çalışan bu kesim, kendi tarihlerini, sanat anlayışlarını, edebiyatlarını oluşturarak bizlere de ne kadar haklı ve güçlü olduklarını hatırlatıyor.
İlim, Ayırır mı Birleştirir mi?
Özellikle tarih alanında kaleme alınan akademik çalışmaların, roman ve tiyatro eserlerinin tarihî gerçekliğe uygun, her türlü kalem kavgasından ve ideolojik yaklaşımlardan uzak, yapıcı ve birleştirici olması gerekmiyor mu? İlmin birleştirici olmasına imkân sağlayan bu özellik, eserlerin kapsamı dışında bırakılarak ne amaçlanıyor? Buradaki asıl maksat, tarihini öğrenmek isteyen okuru, kendi tarihi ile anlamsız, gereksiz ve bir o kadar da sunî bir kavganın içine çekmek mi?
Son yıllarda tarih üzerinden kaleme alınan eserlerin içerik ve ilmî yetkinliğine bakıldığında sinemaya ve dizilere alt metin oluşturan bu metinlerin insanımızı kendi tarihine, kendi kültürüne yabancılaştırma çabası içinde olduğu görülüyor. İlla farklı bir söylem veya retorik geliştirme zorunluluğu hisseden yazarların elinde ilmî bir disiplinle kaleme alınmayan eserler, tarih ilmini ve tarih yazıcılığını başka bir şeye dönüştürüyor. Bu dönüşümün neticesinde insanımız, gelenekten getirdiği ve doğruluğundan şüphe duymadığı en genel geçer bilgileri dahi tartışır hale geliyor. Sonuç olarak bugün, bu alanda üretilen kitaplar, okuyucunun kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Böylesi şüpheci bir zihin yapısı da tartışılan en küçük konular üzerinde bile ortak bir yol bulunmasını neredeyse imkânsız hale getiriyor. Artık küçük dediğimiz tarihî meselelerde bile anlaşmaktan çok kavga ediyoruz. Farklı söylemlerle dikkatleri üzerine çekmeye çalışanlar, konuşmak, bir şeyleri anlayıp analiz yapmak ya da bir soruna çözüm üretmekten uzaklaştıkça kavganın bol olduğu bir alana giriyorlar.
Tarih Eskilerin Efsanesi Değildir
Bugün en çok ihtiyacımız olan tarih eserleri, kalem kavgalarından ve ideolojik saplantılardan temizlenmiş olmalı, tarihî verilerle birebir örtüşmelidir. Günümüz toplumunda her şeyi tüketen insanımıza doğru bir yol açabilmek için çalışmalarını bu doğrultuda yapan kalemlere ihtiyacımız eskisinden de çok.
Tarihçi Mümin Munis’in Mostar Yayınları’ndan çıkan “Semerkand’dan Mostar’a Alperenler” kitabı bu açıdan önemli. Mümin Munis, çalışması boyunca birleştirici, uzlaşmacı bir yol takip ediyor. Eser, sizi tarihin sayfalarına götürürken ideolojik saplantıları gündeminize hiç taşımıyor. Osmanlı Tarihi’nden Selçuklulara, Orta Asya’dan Memlüklülere uzanan yolculuk boyunca velilerin ve sultanların hikmetli sohbetlerine konuk oluyorsunuz. Eser boyunca Ebü’l-Vefa, Pîr-i Türkistan Ahmet Yesevî, Eren Sarı Saltuk, Yusuf Hemedânî hazretleri gibi velilerin yoldaşlık ettiği sultanların hikâyelerini de okuyorsunuz.
Tarihiyle kavgalıymış gibi gösterilen bir toplumun, bu tarz birleştirici ve hikmetli olayları sayfalarına taşıyan eserlerle kaybettiği hazinelerini tekrar kazanacağını ümit ediyorum. İnşallah yakın zamanda ülkemizde yayınlanan tarih eserlerinin ve bu eserlerin alt metnini oluşturduğu tüm sanat dallarının, ülke insanına geleneğiyle barışma imkânı verir. Tarihi, eskilerin efsanesi gibi görmekten bir adım öteye geçerek, tarihi, hem yazanları hem de yapanları daha doğru okumalarla anlarız. Bizim isteğimiz, ideolojik saplantıdan uzaklaşmış, kavgayı öteleyen, şiddeti toplum gündeminden uzaklaştıran ve insanını birleştiren bir anlayışın var olabilmesi için ilk adım da, bu düşüncelerle verilmiş eserlerin çoğalmasıdır. Bu anlamda Mümin Munis’in “Semerkand’dan Mostar’a Alperenler” kitabının daha da önemli olduğunu düşünüyorum.
Sedat Bayraklı