Starbucks, Livyatan ve Deniz Kızları

Yunus Emre Özsaray’ın yeni çıkan Distopik Cinnetten Kaçış kitabından tadımlık bir hikâye: Starbucks, Livyatan ve Deniz Kızları

*** 

“Ve tanrı büyük balinaları yarattı”
Tekvin

“İsrael deyin bana…”

“Birkaç yıl önce -kaç yıl önce olduğu önemli değil- kendimi iyiden iyiye yalnız hissettiğim, hayata da beni hazdan başka bağlayacak hiçbir şey olmadığı için, biraz engine açılayım, bu dünyanın yeni deniz kızlarını şöyle bir göreyim diye içimden geçiriyordum. Ben böyleyimdir; böyle bulurum sıkıntıdan kurtulmanın, uyuşan kanıma hız vermenin yolunu. Baktım ki ağzımın tadı kaçmış, buruklaşmışım; baktım ki içime o soğuk kasım yağmurları çiseliyor, kendime yeni bir heyecan ararım.” Çok geçmeden de bulurum.

Böyle arayışta olduğum zamanda, bir şube ziyaretimde, ürünlerimiz arasında en çok tuttuğum frappucinonun köpüğünü hüpürdetirken gördüm o kızıl saçlı kızı, espressosunu yudumluyordu. Ben de her zamanki umursamaz hâller, onda anlam veremediğim bir gerginlik… Ellerinde kahve bardaklarıyla dolaşanlar, şen kahkahalarla keyif çatanlar, susanlar, telefonlarıyla oynayanlar ve köşesine çekilmiş, espressoyu yudumlarken suratını zehir içmiş gibi yapan bir deniz kızı. Bense azgın denizlerin korkusuz kaptanı Ahab. Gemimizin güvertesinde yolcuları ve mürettebatı denetliyordum. Güzel kız espressoyu belli ki yeni tadıyordu, alışık değildi. Tüm dikkatimle onu izliyorken, bunun işimin bir parçası olduğunu unutup onun sularında rotamı kaybetmeye başladığımın farkında bile değildim. İlk defa karşılaştığını tahmin ettiğim bu tada verdiği tepkiyi gözlemlemek son derece keyifliydi.  Hayat, yeni tatlara alışmak değil midir biraz da? İşimiz buydu zaten, insanların farklı tatlarla karşılaşmalarını gözlemlemek, müşteri memnuniyetini ölçmek, yenilikçi ürünler geliştirmek…

Bu şirkette neredeyse 20 yıldır çalışıyordum. İlk şubemizi açtığımızdan beri müşteri ilişkileri departmanındaydım. Türk insanının bilmediği pek çok tadı, sıkı müşteri gözlemi ve ar-ge çalışmalarıyla onlara sunmuştuk. Espresso, americano, latte ve pek çoğu. Tabii ki pazarladığımız sadece tat değildi, aynı zamanda hayattı. Marjinal yaşam biçimlerini desteklemek şirketimizin en sevdiğim yanlarından biriydi. İnsanların yıllarca gizlemek zorunda olduğu kimliklerini açıkça söyleyebilmelerinde şirketimizin payı büyüktür. Onları âdeta balinaların karnından kurtarıyoruz. Çünkü hayattaki tüm kötülükler adına gelenek dedikleri bu balinaların karnından yayılıyor. “Tüm köhnemişlikler, insanı delirten, içinde kötülük bulunan hangi gerçek varsa sinirleri bozan, beyni cendereye sokan ne varsa, hayatta kötülük adına her ne varsa,” tamamı hantal cüsseleriyle hayat denizinde yaşamaya devam ediyor. İnsanları sıkışıp kaldıkları balinaların karnından kurtarıyor, onlara kendi gerçekliklerini tüm çıplaklığıyla yaşayabilecekleri yeni bir büyülü dünya sunuyoruz.

Çekingen, tıpkı bir deniz kızı gibi ürkek bu tatlı şey de sunduğumuz dünyaya ilk adımlarını atıyordu. Belki ileride bütün hayatı kocaman bir kafeye dönüşecek, tam da olmasını arzu ettiğimiz gibi ayak üstü bir yaşama kavuşacaktı. Tabii bunların tamamı beklenti. Nasıl bir hayatı olur ileride bilmiyorum. Bildiğim tek şey, şimdiye kadar görmediğim bir güzellikte olduğu. Belki o masum görünüşünün altında denizlerin eski kaptanlarını ağına düşüren bir siren kızı olma potansiyelini saklıyordur, kim bilir? Ne güzel olurdu ağına düşsem, ağlara düşmekten zevk alan ben, onun kurduğu tuzağın gönüllü ilk kurbanı olmayı o kadar isterdim ki. Balinaların peşinde koşmaktan böyle küçük güzellikleri ihmal ediyorduk hayatlarımızda. Yüksek maaşlar, yeni tatlar, yeni hayatlar, lüks arabalar. Ama bir de siren kızları. Tüm güzellikleriyle…

Gözlerimi ondan alamıyordum, nahif bir hâli vardı. Beni en çok etkileyen de buydu zaten. Yerimden kalksam, yanına gitsem, kahvemizi ve vaktimizi birleştirmeye ne dersin desem, hayır böyle demesem de mesela akşam eve gidince Ekşi Sözlük’e girip “Starbucks’ta tam karşımda oturan kırmızı saçlı kız” diye başlık açıp “Buralardaysan lütfen yeşillendir.” diye mesaj atsam acaba biraz daha cool mu olurdum, emin olamıyordum. Veya hiç umursamasam mı? Kaçamak bakışlarla gözlüyordum, herhâlde izlediğimi fark etmemişti, çantasından çıkardığı ince sigarayı parmaklarının arasına aldı, dudaklarına götürdü, çakmağı çaktı. İlk nefesi çektiğinde, dumanı beceriksizce üfledi, sanki duman dudaklarından daha öteye gitmesin istermiş gibi… Dudak tiryakisi olarak içtiği belli oluyordu. Biraz sonra sigarasını yarım söndürdü, çantasını toparladı, masayı düzeltti, kahve bardağını tepsiye koyup tıpkı bir gelin gibi yerinden kalktı. Bu hareketi birkaç kişiye daha tuhaf gelmiş olacak ki birbirlerine onu işaret ederek hafifçe kıkırdaştılar. Tezgâha yürüyüp boş tepsiyi bıraktı. Tezgâhtakilerde de hafif bir gülüşme oldu, yanakları kızardı, hızlı adımlarla çıkıp gitti. Belli ki ilk defa geliyordu buraya. Öyle ya annesi evde sıkı sıkı tembih etmiştir küçük kızına. “Sakın yediklerini masada bırakıp kalkma!” Hızlı adımlarla çıkıp gitti, ben arkasından bakarken frappucinomu höpürdetmeye devam ettim.

Aradan hayli zaman geçti. Ben ara ara aynı mekâna gitmeyi sürdürdüm. Ama hiçbir seferinde onu göremedim. Zaten görmek gibi de bir beklentim yoktu, ona benzeyen o kadar çok kişi vardı ki… Gönlümü eğlendirmek için herhangi birini tercih etsem ne fark ederdi? Belki böyle bir tercihte bulunmak için yaşım hayli geçkindi. Ama hiç belli etmiyordum. Kıyafetlerim, tarzım, her şeyimle kendimi bu gençlerin dünyasından sayıyordum. Ellisini çoktan aşmış ihtiyar bir delikanlı, herhangi bir deniz kızını ağıma düşürebilecek, hayır pardon onların ağına düşebilecek kadar güçlüyüm.

Tek başıma yaşadığım evimde, ara ara onun aklıma geldiğini inkâr edemeyeceğim. O kadar etkilenmiştim ki… Hele o masadan tepsiyi alıp, tıpkı evindeymiş gibi tezgâha götürüp bırakması, o esnadaki gülüşmeler, güçsüzlüğü, masumiyeti, yanaklarının yanlış bir şey yapmış gibi kızarması ve utanıp koşar adım kafeden çıkıp gitmesi, düşündükçe ben de gülümsüyordum. Sonra aklımdan çıkıp gidiyordu, bilgisayarın başına geçiyor, gece biraz çalışıyor, biraz sözlükte açtığım başlıklarda vakit geçiriyor, sonra da yatıp uyuyordum.

Yine böyle bir gündü, sıradan bir müşteri gibi Starbucks’a gitmiş, siparişimi vermiş, adımın seslenilmesini bekliyordum. Biraz sonra onu gördüm. Bu defa hâli başkalaşmıştı. Girer girmez anladım, daha şen, daha bir pervasızdı. Birkaç arkadaşıyla gelmişlerdi. Hemen yanımda durdular, aralarında konuşuyorlardı. Yanındakine gülerek “Kanka annem beni burada görse var ya, ağzıma eder.” dedi. Arkadaşı “Lan ne anlar annen! Benimki de farklı değil! Takmışlar kafayı boykot mudur nedir, sanki boykot yaparak İsrail’i yıkacaklar!” dedi. Gülüştüler. O an göz göze geldik. “Anneler her zaman her şeye karışmak zorunda hissederler.” cümlesi, belki bir yakınlık kurabilmek arzusuyla belli belirsiz ama istemsizce döküldü dudaklarımdan. Duymuştu. Gülümsedi. Başını yana eğip gözlerini kırpıştırarak buna hazır olduğunu hissettiren bir işaret yaptı. Başkaca tek kelime konuşmadı.

Bir köşeye çekilmiş, isimlerimizin okunmasını bekliyorduk. Böylece adını öğrenmiş olacaktım. Biraz sonra tezgâhtaki genç adamın “Nez Hanım siparişiniz hazır.” diye seslendiğini duydum. Kahve bardaklarını almak için tezgâha yöneldi. Nez mi, böyle bir isim? Biraz tuhaf değil mi? Az sonra Ahab Bey, diye ismim söylenince frappucinomu alıp hemen onların oturduğu masanın yanındaki masaya oturdum. Herhâlde benim ismim de onlara tuhaf gelmiş olacak ki bir süre göz göze geldik. Mobydick’i okudunuz mu, diye sorsam, onlarla konuşmaya başlasam, beni de aralarına alsalar, fena olmazdı ama tabii ki böyle bir şey olmadı. Aralarındaki konuşmadan isminin Nezaket olduğunu öğrendim. Arkadaşı ona Nezaket deyince suratını ekşitmesinden anlamıştım isminden hoşlanmadığını. Bir süre oturdular. Havadan sudan konuştular.

“Kanka, Maykıl Jeksin İnönü’de konser vermiş 1993’te, daha ne olsun.” dedi birisi.

“1987’de Queen Afyon’da konser vermiş.” dedi kızıl saçlı Nez. Gülüştüler.

“Bırak canım o kadar da değil, sen de amma safsın.” dedi masadakilerden diğeri.

“Ya valla diyorum, ekşi sözlüğe gir bak.” dedi Nez.

“Trollemek için yaptılar onu.” dedi diğeri.

Uzun süre bu konserin gerçek olup olmadığını tartıştılar. Nez, konserin görüntülerinin bile olduğunu söylüyordu. Diğerleri güldüler. Her şey bir yana o kızıl saçlı kız, çok güzeldi. Aramızdaki onca yaşa rağmen, kendimi onun yanına yakıştırabiliyordum.

Biraz sonra masadan kalktılar. Bir süre onları izledim, o bana bakması, gözlerini kırpması, gülümsemesi. Aklımdan yine Ekşi Sözlük’e girip “Kızıl saçlı kız, beni bul.” diye başlık açmak geçmedi desem, yalan söylemiş olurum. Ama bulsa ne olacaktı ki bunca yaş farkımız varken. Onun yanımda olmasını, günlerimi süslemesini o kadar istiyordum ki. Benim gibi birisini reddedemezdi. Şimdi kahvesini yudumladığı bu şirketin önemli bir personeliydim.

Bunu neden yaptığımı bilmiyorum, tam masadan kalkarlarken elimdeki telefonu ona doğru tutup birkaç kare fotoğrafını çekmek istedim. Ne olduysa oldu. Kızıl saçlı siren kızı, fotoğraflarını çektiğimi anladı. Öyle bir hışımla kalkıp masama geldi ki. O kargaşa, bağırış çağırışlar arasında bende kalan tek şey, “Çıkar o telefonu.” diye bağırması ve yediğim yumrukların acısıydı. Sonrasını hatırlamıyorum… İşten atıldım, her şey berbat bir hâl aldı. Bir zamanlar hayat evim hâline gelen mekânın artık önünden bile geçemiyorum. Ekşi Sözlük’teki, “Starbucks’ta kadınların gizlice görüntüsünü alan sapık…” başlığını ara ara açıp okuyorum.

“Aptal kız! Oysa, o hantal balinayı birlikte avlayabilirdik.”

 

Yunus Emre Özsaray

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir