Künye: Poetika Dersleri, M. Orhan Okay, Dergâh Yayınları, 9. Baskı: İstanbul, Temmuz 2023.
***
* Şiir kadar, şiir hakkında söylenenlerin de ucu bucağı olmadığı gibi, pek eni-boyu da var denilemez. Şehzadenin filleri gibi, herkes bir ucundan tutar ve dokunabildiğinden hissettiği intibaları dile getirir. (Sayfa 20)
* Edebiyatımıza, bir sürü yığma mısranın yanı sıra gerçekten şiir değeri taşıyan eserler de bırakmış olan Abdülhak Hâmid’in, Makber mükaddimesinde şiiri tarif ederken kullandığı ifadeye bakalım:
İnsan bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryad koparır yahut pek karanlık bir şey söyler yahut hiçbir şey söyleyemez de, kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir. (Sayfa 33)
* Orhan Veli’nin maksadının, hiç olmazsa Garipçilerin giriştikleri teşebbüsün başlangıcında, bu olduğunu zannetmiyorum. O, Ahmet Haşim’in şiir teorisinin değerini koruduğu, hececilerin de alabildiğince saltanat yürüdüğü bir dönemde, zemzem kuyusunu kirletmenin yolunu aramıştır. Ama dediğim gibi, belki iyi de etmiştir: ‘’Şairanelik’’in bir defa sarsılması gerekiyordu. (Sayfa 35)
* Orhan Veli, inandırıcı olmak için, esasen şiirin geçmiş asırlarda da birçok değişiklikten sonra bugünkü anlayışa ulaştığını söyleyerek, bütün eski değişmeler gibi bugün de başka bir değişiklik yapılmasının yanlış olmayacağını ileri sürer.
Böylece ilk görünüşte, Descartes gibi, birtakım peşin hükümlerden sıyrılarak, bize şimdiye kadar kabul ettirilmiş bilgilerden şüphe etmek ve gerçeği kendi aklımızla bulmak yolunu gösteren Orhan Veli’nin, bu konuda unuttuğu veya ihmal ettiği iki husus vardır. İlki, Descartes’ın metodik şüpheden yola çıkarken kendisine akl-ı selimi, yani sağduyuyu kılavuz edinmesidir. Descartes’ın, “dünyada en iyi dağıtılmış şey”, Tanpınar’ın “insanın en tabii mâlikanesi” dediği akl-ı selimi, Orhan Veli ise, şiir değerlerini yıkma yolunda, bilhassa bazı bahislerde akl- ı selimi de dinamitlemeyi denemiştir. İkinci husus, yine Descartes’ın bu şüpheden hareket ederken, yanlış bir şeyi doğru olarak kabul edebilme tehlikesine karşı korunmak için edindiği prensiplerden biridir. Bu prensip, doğruluğunu apaçık bilmediği hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemektir. (Sayfa 43)
* Türk toplum yapısında feodal bir rejim olmadığı gibi, değişmeyen ve birbirine kayması mümkün olmayan sosyal sınıflar da bahis konusu olmamıştır. Tabiatıyla buna bağlı olarak bu sınıfların zevkine hitap eden bir şiir de yoktur. Divan şiirinin, saray etrafında teşekkül eden bir sanat olması teorisi ise sosyal sınıflaşma nazariyesi ile alakalı değildir. Üstelik bu teorinin doğruluk payı da münakaşa edilebilir. Bizim eski şiirimiz için olsa olsa bir kültür eliti sınıfını muhatap aldığı söylenebilir. (Sayfa 64)
* “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” mısraındaki “şair sözü” şüphe yok ki şiir demektir. Şiirin doğrusu-yalanı ise, günlük hayatta kullandığımız doğru ve yalanlardan farklıdır. Onun için, bu mısraın ifade ettiği yalan, diğer güzel sanatlarda olduğu gibi şiir için belki de bir meziyet olabilir. (Sayfa 67)
* Şiirde mana ne demektir? Haşim burada manayı karşılayabilecek birtakım kavramlara soru işareti koyarak savunmasına girer: Mana mütalaa (fikir beyanı) mıdır? Hikâye midir? Yoksa mazmun (Divan şiirinde kalıplaşmış teşbih sistemi) mu? Haşim’in, bu ilk cümlelerinden itibaren kendi fikirlerini telkin için başvurduğu taktiğe dikkat etmelidir: “Fikir dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı?” Bu soru cümlesinde üç kelime, okuyucudan beklediği cevabı zaten hazırlamakta ve telkin etmektedir. Bu üç kelimeden birincisi “dedikleri”dir. Bu, “denilen”, “adı verilen”, “dediğimiz” yerine kullanılmışsa da tamamıyla bu kavramların karşılığı değildir. “Dedikleri” deyimini biz, inanmadığımız, küçümsediğimiz zaman kullanırız. İkinci kelime “bayağı”dır. Bunun da küçümseyici manası açıktır. Üçüncü kelime olan “yığın” ise, keyfiyet (kalite) bakımından düşük, kemiyet (kantite) bakımından fazla nesneler için kullanılır. Böylece Haşim, mananın ne olabileceği hakkında söz söylerken, daha bu tek cümleyle okuyucunun gözünde fikir’i mahkûm etmiştir. (Sayfa 95)
* “Ve vuzuh bunların adi idrake göre anlaşılması mı demektir?”
Haşim bu cümlesiyle, şiirin kimlere hitap etmesi gerektiğini ortaya koyar. Şiirde vuzuh, açıklık, anlaşılabilirlik olmasının belli bir zekâ seviyesini gerektirdiğini tasavvur eden Ahmet Haşim’e göre adi idrak sahipleri şiirin muhatabı değildir. (Sayfa 101)
* Nesrin şiire, şiirin nesre yaklaşması hadisesi, Servet-i Fünunculara ait bir teoridir. Onların bu düşüncelerinin kaynağı, Recâizâde Ekrem’in “Her mevzun ve mukaffa (vezinli ve kafiyeli) lakırdı şiir olmak lazım gelmez… Her şiir mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi.” cümlesinden gelir. (Sayfa 107)
* (…) Haşim’in yazısının buraya kadar olan bölümünde münakaşa usulü, mana ve vuzuhun kısaca ne demek olduğu ve şiir-nesir mukayesesi üzerinde durulmuştu. Bundan sonra şiirde mana meselesine biraz daha açıklık getirmek gerekir:
Mana araştırmak için şiiri deşmek, terennümü yaz gecelerinin yıldızlarını ra’şe (titreyiş) içinde bırakan hakir kuşu eti için öldürmekten farklı olmasa gerek. (Sayfa 115)
* “Mısraın musiki temevvücâtı” teşbihi de, daha sonra Tanpınar’ın Mallerme’den nakledeceği bir cümleyi hatırlatır: Mısra “birçok kelimelerden teşekkül etmiş, büyük ve hususi bir dalgalanma olan tek ve uzun bir kelime”dir. (Sayfa 117)
* Yedinci Mektup’ta kısa paragraflarla Nazım Hikmet’in ses’ine dikkatleri çekerse de onu da Servet-i Fünuncuların başlattıkları serbest nazıma ve savaş sonrası Avrupa’sında başlayan “edebi mektepler zinciri”ne (sürrealizm olmalı) bağlamıştır. O, “heyecanda yüksek, fikirde şahsiyetsiz bir inanç, belâgette değerli bir beyanname çığlığı” ve “daima hassasiyet mayası ve şiir nefesi olarak gür bir bünye temsil etmiş”tir. (Sayfa 147)
* (…) Necip Fazıl’a göre, şairlerin yüzde doksan dokuzu kendini tanımanın şuurunda ve bu ilahi emanetin farkında bile değildirler. Bunlar piramidin tavanı gibi, büyük kısmı teşkil ederler. Zirveye tırmandıkça sayıları azalır, yerlerine ideal şaire (ne yaptığının yanı sıra niçin ve nasıl yaptığının ilmine muhtaç ve üstün marifetinin sırrına müştak tılsım ustalarına) bırakırlar. (Sayfa 165)
* Burada, her kelimeyi, tek miligramının okuyucu üzerindeki tesirini hesap ederek havanlarda döven, -ileriki bahisler de dikkate alındığında- her kelimeyi gözbebeğine yaklaştırarak (imaj/tasvir gücü bakımından), kulak zarına değdirerek (ses gücü bakımından) kontrol eden bir şairin, neden bütün hayatı boyunca, şiirlerinin pek çoğunu tekrar tekrar değiştirdiği sorulabilir. O zaman şair adına verebileceğimiz cevap şu olabilecektir: Bu bütün büyük şairlerde bulunduğuna inandığımız, mısraın bir defada tesadüfen yakalanmayıp, üzerinde tekrar tekrar durulan, değiştirilen, bazen bir mısra için ayların, yılların birikimini beklemek gereken haldir. (Sayfa 167)
* (…) her şairin, her poetika denemecisinin farklı şiir tarifleri vardır diyeceğiz. Belki de her şiir için ayrı bir tarif bulmak gerekir. En kestirme yolu bir Fransız yazarı, Kleber Haedens bulmuş: “Şiir tarif edilebilseydi, yüz türlü değil, bir türlü şiir tarifi olurdu.” (Sayfa 171)
* Aristo, kendi çağının bütün sanatları gibi şiiri de bir taklit (mimesis) olarak kabul ediyordu. Sonra buna insanın zevk duygusunu ve bu duyguyu doğuran ahengi (armoni) de ilave etti. Necip Fazıl, kendi ifadesiyle şiiri “kaba bir his aleti” telakki eden Aristo’nun fikirlerini peşin olarak reddetmektedir.
Valery’ye gelince… Onun, şiiri tarifinde “tecrit denizinde boyuna açılanlar” arasında olmasıyla okuyucu üzerinde bıraktığı ilk intiba, Aristo’ya tam zıt bir kutupta olmakla beraber yine de sağlıklı bir şiir tarifine yaklaşamamış olmasıdır. Buna rağmen, Necip Fazıl’ın gönlünün Valery’den yana olduğunu anlamak o kadar zor değildir. (Sayfa 173)
* Şiirin gayesinin, inansın veya inanmasın, bilerek veya bilmeyerek Allah’ı aramak olması meselesini, muhtevanın ideolojik manada dini olması gerektiği şeklinde anlaşılmayacağı açıktır. Burada genel manasıyla mistik bir arayış, belki şiirle beraber bütün sanat dallarını da dikkate alarak metafizik/transandantal bir yorum düşünülmelidir.
Bahsin son cümlesi Necip Fazıl’ın önceki açıklamaları ışığı altında yalın bir şiir tarifini verir: “Şiir, Allah’ı sır ve güzellik yolundan arama işidir.” (Sayfa 179)
Edebifikir