İkinci Yeni Olayı

Künye: İkinci Yeni Olayı, Asım Bezirci, Evresnel Basım Yayın, 2. Baskı, 1996, İstanbul.

***

* İkinci Yeni 1954’ten sonra filizlenmeye başlayan bir şiir hareketidir. Öncüleri Oktay Rıfat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Tevfik Akdağ, Yılmaz Gruda gibi şairlerdir. Harekete ‘İkinci Yeni’ adını eleştirmen Muzaffer Erdost takmıştır. Gerçi yanlış bir adlandırmadır bu. Çünkü, şiirimizin Tanzimat’tan beri geçirdiği yenilik olayları göz önünde tutulursa, İkinci Yeni’ye ancak ‘Sekizinci Yeni’ demek uygun düşer. (Sayfa 9)

* Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görmek, ona öncelik tanımak: Gerçi bu özellik İkinci Yeni’yi Birinci Yeni’ye yaklaştırır, ama İkinci Yeni bu yolda ondan çok daha ileri gider. Hatta zaman zaman, biçimciliğe (formalize) ulaşır: Şiirde anlamı, düşünceyi, demeci, konuyu, temi, hikâyeyi, tasviri -dolayısıyla içeriği- ya önemsemez ya da dıştalar. (Sayfa 14)

* Cemal Süreya, İlhan Berk gibi, şiirde biçime öncelik ve ağırlık verir: ‘Şiirin tarihi, biçimlerin tarihi olmuştur… Bir sözün bir başına şiiri kurtardığı görülmemiştir. Ama biçimin bir başına böyle bir işi başarmaya çok kere gücü yetebilmiştir… Bir şiiri şiir eden o şairin genel fikir eğilimi değil, onun kişiliğinden ayrı olmayan perspektifidir. Yani biçim… / Biz şiir salt biçimdir demiyoruz, belki en çok biçimdir diyoruz.’ (Sayfa 14)

* Cemal Süreya bir konuşmasında ‘yeni şiir soyut bir şiir olmaya gidiyor.’ der. E. Cansever bu gidişi savunur: ‘Sözcüklerin, deyimlerin en soyutuna kadar gitmek bence şairin evreninin zenginliğini gösterir. Gerçeğin anlatımı, gerçeğe çok yakınlık kazandırılması için en doğal yol soyutlamadır.’ O. Rifat soyutlamayı gerçeği kavramanın en iyi yolu sayar: ‘Fizik bilimi, nasıl gerçeğin kendisi değilse, soyutsa ve soyut olduğu ölçüde gerçeği kavrıyorsa, sanat da, öylece gerçeğin kendisi değildir, soyuttur ve soyutluğu ölçüsünde gerçeği kavrar. (…) Soyutlaşmak, sanıldığı gibi, gerçekten uzaklaşmak, gerçekten kaçmak değildir.’ (Sayfa 21)

* İlhan Berk’e göre, İkinci Yeni’nin anlamdan anladığı: bir anlamsızlık anlamıdır. Bunu bilinçli bilinçsizlik diye de tanımlayabiliriz. (…) İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır. (…) Bir şeyi tanımlamak, belirtmek, adlandırmak, Mallerme’nin de dediği gibi şiirden beklenen kıvancın dörtte üçünü atmak demektir. Çünkü anlam kadar şiire düşman bir ilke yoktur. (Sayfa 23)

* Ece Ayhan İkinci Yeni şiir atonal müziğe benzetir: ‘Müzikçi (ya da ozan) başlangıçta yapıtının bittikten sonra kazanacağı anlamı bilmez, bilmesi gerekmediği gibi, bilemez de ondan; oturur müziğin (şiirin) anlamı rastlansal olur; ya da bu anlam yapıt bitince, anlam kendiliğinden ortaya çıkmış olur. İşte bu yüzdendir ki, yeni özler arkasında fellik fellik koşan, yeni özlere sarkıntılık etmekten çekinmeyen bir müziğin (şiirin) anlamı rastlantısal olur; ya da bu anlam raslansallığa indirgenebilir.’ Sezai Karakoç ise, eski önemini yitirmekle birlikte anlamın büsbütün atılamayacağını söyler: ‘Şair, düşünceyi ya olağan dışı bir zekâyla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Yani anlam yeni şiirde kendi öz fonksiyonunu yitirmiştir. Bir uyurgezerdir. Hafızasını kaybetmiştir belki. (…) Gerçi yeni şiir, yer yer anlamsızlığı dener. Yer yer anlam tatilleri yapabilir. Ama büsbütün anlamsız şiir düşünülemez.’ (Sayfa 25)

* İmge onlar için anlamdan önce gelir, şiirin en önemli öğelerinden sayılır. Anlamdan uzaklaşan şiirden ‘beklenen coşkuyu, özellikle de etkiyi, izlenimi’ imgenin sağlaması istenir. İ. Berk ikide bir bunu vurgulamak gereğini duyar: ‘İkinci Yeni anlamdan çok görüntüye (imgeye) bağlıdır.’ Bu da onun görüntüye verdiği önemi gösterir. Bu bakımdan, şiiri bir görüntü sanatı olarak bile düşünüyor denebilir. (Sayfa 26)

* İ. Berk şiirde usu yıkmaya girişirken, O. Rifat da şiirde gerçeği değiştirmeye kalkışır. Perçemli Sokak’ta şöyle der: ‘Gerçeğin gündelik düzenin değiştirmek yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona. İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmak bize bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında gerçek unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza.’ O. Rifat’a göre, ‘Yeni şair gerçeği aklın kalıplaşmış ana ilkelerine bağlı kalmayarak oluş halinde, içgüdüsü ve hayal gücüyle kavramaya ve kavradığını anlamla değil anlatıyla duyurmaya çalışıyor.’ (Sayfa 30)

* İkinci Yeni şiirlerin güç anlaşılmasının bir başka etkeni de öztürkçeciliğe aşırı bağlanmadır. Bu bağlanış, ölçü ve ustalıkla kullanılmadığı zaman, hem dilin tatsızlaşmasına, hem de yeni sözcüklerle çağrışımın yoksullaşmasına yol açar. Öyle ki, geç de olsa, C. Süreya bile buna parmak basmak zorunda kalır: ‘Dil devrimi de eski sözcüklerin çağrışım zenginliklerini silip süpürünce durum iyice değişmiştir.’ (Sayfa 33)

*  E. Ayhan okurları umursamazlıkta, kötülemekte İ. Berk’i geride bırakır. ‘Leş kargası, akbaba’ diye nitelediği okurların yargılarına saygı duymadığı gibi onlarla ilişkiye de girmek istemez: ‘Ben bütünüyle bunların yaşayışlarına, dünya görüşlerine, beğenilerine, seçmelerine karşıyım. Hiçbir bağıntı kurmak niyetinde değilim kendileriyle. /Okur akbabaydı, akbabadır hala.’ (Sayfa 34)

* Tahsin Saraç’a göre, ‘İkinci Yeni nedensiz ve köksüz bir Batı taklididir. ‘Çok taklit eden hiç yaratmaz.’ sözü vardır Frenklerin. İkinci Yeni hepten taklit olduğu için bir yaratması yoktur. (…) Neymiş, beyler bunalmışlarmış! Dil düzenine, us düzenine, her şeye başkaldırıyorlar… Üstelik bu da yepyeni bir şeymiş gibi ortaya atılıyor. Birtakım şeyleri öğrenmekte en geç kalanlar, onları en önce biliyorlarmış gibi akım öncülüğüne falan gidiyorlar. Oysa us düzenine başkaldırmalar, ta 1912’lerde Dada akımıyla 1924’te Sürrealist Manifestosu’yla çoktan atılmıştı ortaya. Anlamı reddetmeler, çok daha önce Lettrisme akımıyla çoktan denenmiş, hatta başarısızlığı saptandığı için, sönüp gitmiştir.’ (Sayfa 44)

* CHP döneminde yandaş ya da uzlaşmış şairler ve yazarlara bürokrasi -sınırlı da olsa- ilgi gösterirdi. İktidarın DP eline geçmesiyle bu ilgi iyice azalır. Yönetici çevrelerden artık eskisi kadar yüz bulamayan, arkasız kalan, ama halka yönelmekten de çekinen yahut hoşlanmayan şair ve yazar takımı sevmediği / düzeltemediği tatsız bir ortamda yaşamak zorunda kalır. Sanatsal / düşünsel yeteneklerinin, değerlerinin umursanmadığını, her şeyin gitgide metalaştığını (o günkü deyimle ‘naylonlaştığını’) üzülerek görür. Üstelik ülkedeki hızlı kapitalistleşme ve enflasyoncu politikayla ekonomik durumu da günden güne bozulur. Amerika’ya özenilerek (ya da onun etkisiyle) yürütülen ‘tüketim ekonomisine’ ayak uyduramaz. Bir yandan tırmanan diktanın, öbür yandan dünyada estirilen ve Türkiye’yi saran ‘soğuk savaş’ rüzgârının baskısıyla büsbütün sarsılır.

Birçoğu ara tabakalara, biraz da halk katmanlarına bağlı şair ve yazarlar –yukarıda sıralanan koşullar altında- çokluk yalnız ve yabancı duyarlar toplumda kendilerini. Tasarılarını gerçekleştiremediklerinden ve varoluşlarını özgürce doğrulayamadıklarından çoğun bunaltıya kapılır, umutsuzluğa düşer, çevreye küserek kabuklarına çekilirler. Bu yüzden bireycilik, soyutçuluk, gerçekdışılık, usdışılık, biçimcilik eğilimlerine ilgi artar. Aslında, bu zoraki ilgi de bilinçli ya da bilinçsiz, dolaylı ya da dolaysız bir kaçış ve tiksinme duygusunu, edilgin bir tepkiyi ve ürkek bir nihilizmi içerir. Bu bakımdan, İkinci Yeni’nin bir çeşit kaçış şiiri, bozgun çiçeği, sapma edebiyatı, uyuşmazlık gülü sayılması yersiz görülmemelidir. (Sayfa 56)

* Oysa şiirde yenileşme, her şeyden önce, kültür işidir bence. Bilinç işidir. Başıboş, rastlansal değildir. Yaşama, araştırma ve yaratma işidir. Şiirimiz geçmişini yeterince bilmeyen, dünya şiirini tanımayan, özdeki değişmeleri (doğa-birey-toplum gerçeğinin oluşumu) kavramayan bir kimsenin tutarlı bir yenilik getireceğine inanmıyorum. Yenileşme –ileriye doğru sıçrama- sağlam bir temel üzerinde olur, diyorum. Bilgiye, görgüye, sezgiye ve geleneğe dayanan bir temel, bir birikim üzerinde…

Abdülhak Hâmit, Tevfik Fikret, Ahmet Haşim, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli’lerin durumları güzel birer örnektir buna. Bu öncü şairlerin hepsi de gerek eski edebiyatımızı, gerekse Batı edebiyatını iyi biliyorlardı. Ayrıca, özdeki değişmelerin akışını anlamışlardı. Dolayısıyla, getirdikleri yeniliğin bilincine varmışlardı. Çabaları belli bir görüşe, bir temele, bir bireşime yaslanıyordu.

Gençlerin bu gerekçesiz yenilik özlemi, Mehmet Akif’in bir sözünü getiriyor aklıma: ‘Eski, eski olduğu için atılmaz; çirkinse, kötüyse, gereksizse atılır. Yeni, yeni olduğu için anılmaz; güzelse, iyiyse, gerekliyse alınır.’ (Sayfa 81)

* Ne yazık ki yenileşme çabası çoklayın bu yolda yürümektedir. Çokluk özden, içerikten değil biçimden hareket eden, imgeyi öz diye bağrına basan, özle biçimin birlik ve uyarlığını gözetmeyen, estetik bütünlüğe boş veren, gerçeklere gözlerini kapayan yahut onları tanınmayacak ölçüde bozan, okurlarını, daha doğrusu ‘insanı’ unutan bu sorumsuz çabanın bizi büyük şiire götürmeyeceğinden korkuyorum. (Sayfa 83)

* Bilindiği üzere, bunalım dönemlerinde -genellikle- değerler sarsılır, özgürlük kısılır, dayanışma azalır. Düzensizlik, güvensizlik, inançsızlık, umutsuzluk, baskı, korku artar. Anlamını yitirmiş bir ortamda kişi, gitgide yabancılaşır, özünü gerçekleştiremez olur. Eylem yolu bulamayan sanatçıyla çevresi arasındaki bağlar ya gevşer ya da kopar. Toplumdan, gerçekten bir kaçış başlar. Bireycilik, soyutçuluk, biçimcilik, usdışılık, kötümserlik eğilimleri gelişir. (Sayfa 87)

* Orhan Veli’yi oldum bittim iyi bir ozan saymışımdır. (özellikle, ikinci döneminde yazdığı şiirleriyle) Elbette, şiirimize getirdiği yeniliklerle de edebiyat tarihimizde önemli bir yeri vardır Orhan Veli’nin. Ancak, bu ‘önemin’ şiirimizin Nâzım Hikmet’le başlayan imgeci, özgü, toplumcu gelişimi göz önünde tutulursa ne ölçüde ‘olumlu ya da olumsuz’ olduğu tartışılabilir. Daha doğrusu, durum tartışılmaya oldukça elverişlidir. Onun için, ilk döneminde Birinci Yeni’yi (Garip’teki şiirlerle) birinci diktatörlüğün (CHP’nin), İkinci Yeni’yi ise ikinci diktatörlüğün (DP’nin) şiiri sayanları pek de yabana atmamak gerek. (Sayfa 92)

* Cansever’in 1963’te yazdığı şu satırlar daha da ilgi çekicidir: ‘Araştırmaktan yılmayan bir iki ozan ayrı tutulursa, şiirimiz de tam bir çıkmaza gelip dayanmıştır. Ozanlarımız genel olarak kendi iç dünyalarına çekilmişler (…) Kimi yerde mazmunculuk ozanlıkla bağdaştırılmış, kimi yerde de resimsi sözcük kompozisyonlarından başka bir şey olmayan cümleler türetilmiştir. (…) Ayrıca, birbirini tutmaz nice söz dizilerin yarattığı bir şiir enflasyonu, değerine inandığımız nice gerçek şiirleri yaşamalarını tamamlamadan eskitmiş, unutturmuştur. (…) Yalnızca bunalan kişilerin betimlendiği bir sanat ortamında, biçimcilik ister istemez öne geçiyor, toplumsal davranış yerini bireysel davranışa bırakıyor. Bu böyle olunca da yabancılaşma daha bir kesinlik kazanıyor. (…) Sonuç olarak, bu yönelimsiz tutumlar, neoformalisme diye adlandırabileceğimiz bir edebiyatı, yani tüketimsiz bir üretimi doğurmuş oluyor.’ (Sayfa 108)

* Doğan, ‘şiirimizin 1954 sonrası gelişimi, bir bakıma, sanatını Çar’ın hizmetine koymayı reddeden Puşkin’in serüvenine benzemektedir.’ diyor. Hakçasını söylemeli, ben böyle bir benzerlik göremiyorum. Demokrat Parti’nin Anayasa’yı ‘tebdil ve ilgaya’ yeltenen faşizan iktidarına karşı İkinci Yeni şairler hiçbir tepki göstermemişlerdir. Baskıya baş eğmişler, eyleme sırt çevirmişler, tam bir kaçış edebiyatı yapmışlarıdır. Puşkin, şiirini topluma adadığından ötürü, sonu ölüme kadar giden bir sürü belalara uğramıştır. Fakat İkinci Yenilerin hiçbirinin burnu kanamamıştır. (Sayfa 111)

* İkinci Yeni yalnızca bir kaçış şiiri değildir, aynı zamanda biçimci bir şiirdir de: ‘İkinci Yeni aynı nedenler yüzünden -özgürlük ve bilinç yoksunluğu- gitgide daha biçimci bir görünüş’ almış, ‘gitgide daha da çok bir kaçış şiiri olmaya’ başlamıştır. Ancak ‘1960’tan sonra adım adım somut insanî gerçeğe, toplumcu bir öze yaklaşmıştır.’ (Sayfa 120)

* Behçet Necatigil şunları yazmıştır: ‘Bir şiirin Birinci Yeni’nin güzeli, gelişmişi değil de İkinci Yeni’nin ilkeli, durulmamışı olduğunu şu özelliklerden anlıyorum: Belli bir temaya sarılmamış, boşta imgeler yığını. Peş peşe, itiş kakış doluşan, birbiriyle ilgisiz, sayıları arttıkça şiiri güzelleştireceği sanılan tıkız, konserve imgeler. Sözcükleri kümelendirmede, isim sıfat takımları kurmada inadına terslikler. Sağduyu, mantığı, sözün gelişini hiçe sayış. Kesik kopuk, uyuşmaz parçalardan kör mozayıklar. Karanlıkta kısık kopuk, bunlu yarım konuşmalar, sayıklamalar. Kaos. Doludizgin, uzak yakın hayaller, evrenin düşlerde iç içe, bilinçaltı alabora oluşu. Mahşer. Baş son belirsizliği… Ve sonunda iş bölümünden yoksunlukları yüzünden yazık olmuş, telaşların kurban satırlarda serili, ölü sözcükler.’ (Sayfa 124)

* İkinci Yeni gerçekten tümüyle ‘gerici’ bir şiir miydi? Kurucuları arasında Sezai Karakoç gibi sağcılar da bulunsa, İkinci Yeni’yi toptan ‘bilinçli’ bir gericilikle damgalamaya dilim varmıyor. Ama verdiği ürünleri çözümleyince ve bu ürünlerin çokluk egemen çevrelerin işine yaradığını düşününce, ona ‘ilerici’ sıfatını takmak elimden gelmiyor. Hele, sanatı çağ ve çevreden kopararak ‘insansızlaştırma’ hatta son çözümde ‘nesneleştirme’ ve içerikten, gerçeklikten, düşünceden soyutlayarak salt biçime indirgeme yolunda ilerleyen burjuva modernizmi ile İkinci Yeni arasındaki bazı yakınlıkları görünce büsbütün nutkum tutuluyor. (Sayfa 172)

* İlkin sol muhalefetle uğraşan Demokrat Parti iktidarı giderek sağa da yönelir. 1951’de Necip Fazıl için soruşturma açılır. Büyük Doğu dergisi ve Halkevleri kapatılır. 1952’de bir yazısı dolayısıyla Hüseyin Cahit’in dokunulmazlığı kaldırılır. 1953’te Millet Partisi ile Milliyetçiler Derneği kapatılır. CHP’NİN mallarına (bu arada Ulus matbaasına) el konur… 1954’te Köy Enstitüleri kapatılır, Hüseyin Cahit ile Bedi Faik tutuklanır. 1955’te 6/7 Eylül olayları öne sürülerek İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilir. Ulus, Hürriyet, Dünya, Tercüman, Medeniyet, Hergün gazetelerinin basım ve yayını durdurulur, sorumluları ve yazarları kovuşturmaya uğrar, Gazeteciler Sendikası kapatılır. (Sayfa 209)

 

Edebifikir

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir