Divriği Pilavı, Kars Kaşarı ya da Medeniyet Şurubu

Takip ettiğim bazı yazarların aynı düşünce etrafında bir araya gelmelerini, bazı kavramların marifetiyle olduğunu düşünüyorum. Genellikle dillerinden “dünya sistemi, küresel sistem, evrensel yapı, hegemonik yapı, dünya düzeni, küresel işleyiş” gibi kavramları eksik etmeyen bu yazarların ortak özelliği ise, kapitalist düzenden duydukları rahatsızlıktır. Fakat mensup oldukları toplumların zihninde böyle şeylerin karşılık bulduğu pek söylenemez.

İnsanlar yaşamlarının bu kavramlarla olan irtibatını ancak mevcut işleyişin kendi aleyhine dönmesiyle kurabiliyor. Dünya sistemi denilen yapıyı kavrayabilmesi için doğrudan bir etkiye maruz kalması gerekiyor. Aksi taktirde neler olup bittiğinin hiçbir önemi yok. Belirli bir ayrım yapmak gerekirse kendimize bakabiliriz. Bizler yaşadığımız toprakların üzerinde neler olup bittiğini merak etmeyen insanlarız. Her fırsatta cennet olarak nitelediğimiz bu vatanın kimler tarafından, kimlerin yararına sunulduğunu da düşünmüyoruz. İdeolojimizin el verdiği ölçüde odaklandığımız konular dışında çok yönlü bir bakış açımız yok.

Yaşadığı ekonomik krizin kendisinde açtığı yaraya bağlı olarak bu toprakların bağımsızlığını, özgürlüğünü ve işlevselliği meselesini ele alan insanlar ülkesi olduk. Türkiye’nin aslında ne kadar güçlü, ne kadar mümbit bir coğrafya olduğunu turizmin getirileri ve insanlarımızın alım gücünün iniş çıkışıyla gündem yapabiliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’deki küresel hegemonyanın işleyişi her seferinde gerekçeleri, nedenleri ile değil sonuçları itibariyle hesaba dâhil ediliyor demekte bir mahsur yok.

Eğer Türkiye’de insanlar evini, arabasını ve yazlığını “öyle ya da böyle” temin edebiliyor ise herhangi bir problem yok. Ancak bunlara erişimi “öyle ya da böyle” de dâhil olmak üzere kısıtlanmış durumda ise işte o zaman bu ülkede neler oluyor sorusunu sormaya başlıyor. Türkiye’nin değeri imkânlara erişimimiz kadar. Bu açıdan hem diğer ülkelerde hem de Türkiye’de küresel işleyişin dinamiklerine dair düşünce üretenlerin sözlerine kulak veren sayısı insanların refahına göre artış gösterebiliyor.

Girişte bahsettiğim yazarların bir diğer özelliği ise Marksist gelenekten geliyor olmaları. Raymond Aron’un dediği gibi Marksist fikirler aydınların afyonudur. Her ne kadar gerçeklik payı yüksek olsa da bu isimler meseleye Marks’ı da aşacak şekilde yaklaşıyorlar. Tıpkı diğer Avrupalı filozoflar gibi Marks’ın da hayallerini süsleyen küresel Avrupa devletine karşı çıktıklarını, bu yazarların metinlerinden takip edebiliyoruz. Zaten dünyada şu an iki mantık örgüsünün mücadelesinden söz ediliyor. Dünya Bankasının merkezde olduğu ve “gelişmekte olan az gelişmiş devletleri” kendisine yani tek devlet mekanizmasına daha sıkı adapte edebilmek için politika üreten mantık ile her şeye rağmen yerel, ulusal varlığı korumaya çalışan komplo teorisi üretmekle yaftalanan mantık. Yani Elon Musk’ın rüyasını gördüğü ve adım adım ilerlettiği dünya formu ile onun ne kadar tahripkâr bir rüya olduğunu dile getiren Wallerstein’in mantığı arasındayız.

Türkiye bu sistemin neresinde? Günlük haberleri dünya sistemi açısından okuyarak birçok veri elde edebiliyoruz. Çünkü bu yapı projelerini gizleme ihtiyacı duymuyor. Mesela geçtiğimiz günlerde Türkiye’de gözler Suriye’ye odaklandığı sırada Dünya Bankası, Türkiye için düşündüğü 660 milyon dolarlık finansman desteğini onayladığını duyurdu.

Bu finansman desteğine benzer şekilde planlanan diğer desteklerin toplam değerinin 35 milyar doları bulacağı söyleniyor. Belirli aralıklarla, çeşitli maksatlar için açıklanan bu destekler elbette hibe edilmiyor. Dünya Sistemi’nin işlevselliğini artırmak ve ülkelerin bu sisteme olan bağlılıklarını güçlendirmek için borç olarak veriliyor. Son destek paketi ise Türkiye’nin ulaşım altyapısını güçlendirmesi için tahsis edildi. Bu para karşılığında Sivas-Divriği ile Kars arasında modern elektrikli bir demiryolu hattı inşa edilmesi planlandı. Desteğin ana fikir olarak savunduğu düşünce ise mevcut tren yolunun “doğaya verdiği zarar” olarak görülüyor. Bu ve benzeri zararlar nedeniyle dönüştürülmesi istenen tren hattımızın gerçekte niçin dönüştürüleceği ise yine onların dilinden duyuruluyor: “Ülkenin lojistik merkezi olma amacına katkıda bulunmak istiyoruz”.

Sermaye sahiplerinin Türkiye’yi küresel ticaretin lojistik merkezi kılacak olmaları, Türkiye’nin ne kadar güzel ve mümbit bir coğrafya olduğunu düşünenlerin kâbusu olmalı. Açıkçası Türkiye büyük ölçüde lojistik merkez oldu zaten. Sadece çeşitli güçlendirmeler yapılması ve Avrupa’dan Asya’ya doğru geçişin sağlandığı daha güvenli bir alan olarak derecesini artırması gerekiyor. Bu tren yolunun elektrikliye dönüştürülerek maliyetleri azaltması ve doğa olayları karşısında sık sık kapanan otoyolların aksattığı sistemi daha işlevsel hale getirerek uluslararası ticaretin akamete uğramaması birinci şart.

Öte yandan bu dönüşüm, onların teknolojisi, teknik elemanları ve yine onların verdiği finansman ile gerçekleşecek. Dolayısıyla bu süreçte söz konusu hat boyunca yeraltı ve yerüstü hâkimiyeti de onların olacak. Hatırlarsınız ulaşım maksadıyla İstanbul’da yapılan çalışmalarda elde edilen birçok tarihsel materyal ve değerli maden unsurlarının yurtdışına çıkartılmıştı. Burada da benzer şeyler olacağı muhakkak. Bu tabloda 660 kilometrelik bir alanda gerçekleşecek bu çalışmalar için tedbir alınmayacağı da apaçık bir gerçek. Çünkü bu dönüşüm bizim ihtiyacımıza hizmet edecek bir dönüşüm olmadığından bizi doğrudan ilgilendiren bir problem teşkil etmiyor. Bu yüzden tedbire gerek yok.

Doğaya salınan gazların bahane edildiği bu dönüşümün esas maksatlarından biri de projenin tamamlanmasıyla birlikte sadece ulaşım kolaylaşmayacak aynı zamanda yük taşıma kapasitesi de yıllık 750 bin tondan 20 milyon tona çıkarılacak. 750 bin tondan 20 milyon tona varan bir yük taşımacılığının güvenli bir şekilde yapılmasını sağlayacağız. Bu taşınan mallar ise Türk malları olacak gibi gözükmüyor. Öte yandan transit bir ülke konumuna razı olduğumuzu “sonuçta bu geçişlerden komisyon alacağız” diyenlerin varlığından anlıyoruz. Bir gün gelir bizde o yollarda kendi mallarımızı pazara taşırız diyerek avunuyoruz. Türkiye’nin muhtelif yerlerinde yürütülen bu projelerin verdiği zararı alacağımız komisyona bağlı olarak göz ardı etmek kanıksadığımız bir durum artık.

Bu iş birliğinin bir diğer yönü de sık sık vurgulanan yeşil dönüşüm politikası. Yeşil dönüşüm dedikleri hadisenin bütün teknolojik altyapısını Avrupa tasarlayıp, pazarlıyor. Bizi “elinizde bizimki gibi doğa dostu teknoloji yok, bizdekini almadığınız müddetçe doğayı katletmeye devam edeceksiniz ve biz buna göz yumamayız” diyerek kendi teknolojilerine tüm “az gelişmiş ülkeleri” bağımlı hale getiriyorlar. Bunlar kapalı kapılar arkasında olan biten şeyler değil. Her gün gözümüze sokularak yapılan şeyler. Önümüzdeki süreçte 35 milyar doları bulacağı söylenen yardım paketleri karşılığında neler isteneceğini hep birlikte göreceğiz. Türkiye’de Türkiyeliler olarak yaşayacağız gibi gözüküyor. Türkeli’nin Türkleri Lale Devri’nden hayırla anacağımız bir hatıradan ibaret kalacak. Tüm bu olup bitenlere alım gücümüzün sunduğu refah ile karar vereceğiz ve yazının girişinde bahsettiğim kavramları pirincin içindeki siyah taşlar olarak göreceğiz.

İbrahim Orhun Kaplan

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • ümitvar , 22/12/2024

    “elinizde bizimki gibi doğa dostu teknoloji yok, bizdekini almadığınız müddetçe doğayı katletmeye devam edeceksiniz ve biz buna göz yumamayız” diyerek kendi teknolojilerine tüm “az gelişmiş ülkeleri” bağımlı hale getiriyorlar.

    Değerli tespitler. Teşekkür ederiz…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir