Hiçlik Zirvesi’ne Tırmanmak

 

Eşikte kalan sadece Ahmet Hamdi Tanpınar değildi. Yokluk âleminde varlığı ispat etmeye, yaşamaya çalışan bizler de birer eşik bekçisi gibiydik aslında. Hayal ve gerçeğin hiç bu kadar sırt sırta vereceğini düşünmemiştim Amâk-ı Hayâl’i okuyana kadar. Tanpınar’ı bana tekrar düşündürten bu kitaptı. Tanpınar gerçekti, ama Raci hayali bir karakterdi. Keşke dedim, Raci ve Tanpınar birlikte çıksalardı Hiçlik Zirvesi’ne. Tanpınar öylece eşikte kalmasaydı. Ya da Tanpınar’ın Mümtaz’ı eşlik ederdi belki Raci’ye. Ama yine de Raci’nin tek başına çıktığı ilk manevi yolculuğunun başarısızlığı sonrasında hiçlikten, varlığa gidiş yolundaki sabrına şahit olmalı. O yolculuğu anlatan Amâk-ı Hayâl, yazarı Filibeli Ahmed Hilmi’nin deyimiyle hakikat endişesi taşıyan vicdanlara seslenen felsefi bir roman. Kitabın Tanpınar’ı aklımıza getirmesi boşuna değil. Çünkü aynı zamanda yaşamamış olsalar bile her ikisi de yazdıklarında Batı’nın bize yansıyan huzursuzluğundan bahseder. Yine her ikisi de şüphesiz sağlıklarında okurlarından daha çok anlaşılmayı beklerdi. Çünkü karakterler benzerdir; Tanpınar’ın Mümtaz’ı “Hakiki ölüm ıstırap değildi, kurtuluştu; hepsini hepsini bırakıyorum sonsuzluğa karışıyorum” derken Hilmi’nin Raci’si çıktığı manevi yolculukta hakikate ulaşma çabası ve sabrıyla yanıp tutuşur. Amacım okuru karşılaştırmalı bir okumanın peşine düşürmek değil ancak kitabın özünü bu giriş daha iyi açıklayacaktır. Şimdi kitabı daha fazla tehlikeye atmadan asıl meseleye gelmeliyim.

Meselemiz aslında felsefe, kitabın felsefi roman olması hasebiyle derin düşünmek tabiri caizse farz oluyor bir yerde. Derin düşünmek deyince kitap okunurken akla gelecek ilk kişi Aynalı Dede olmalıdır. Filibeli Ahmed Hilmi’nin müthiş hikâyeleştirmesiyle zaman ve mekândan koparak maneviyat âleminde bir gezintiye çıkan Raci, her uyandığında karşısında gülümseyen yüzüyle Aynalı Dede’yi görür çünkü. Kimi zaman Hindistan’da Buda’nın izinde Hiçlik Zirvesi’ne çıkarken buluruz onu -ki bu ilk yolculuktan Raci umduğunu bulamaz- kimi zaman da Kaf Dağı ve Anka Kuşu’nun gerçekliğinin peşinde.  Burada İslam felsefesi devreye girer. Kitapta net olarak tasavvufundan söz edilmediği anlaşılsa da, Amâk-ı Hayâl’i okurken kendimizi tasavvuf deryasının tam ortasında buluruz. Bir kere Raci, Aynalı Dede’yle her içtiği kahve sonrasında üflenen neyle dalar uyku âlemine. İşin özü aslında rüyalardır. Rüyalar sufi gelenekte çok önemlidir. Denir ki; rüyalar, kendimizi görebileceğimiz aynalar gibidirler. Saklı benliğimizi yansıtırlar, kendi doğamızın gerçek yüzünü açığa vururlar. Belki de Filibeli Ahmed Hilmi’nin istediği tam da buydu. Batılının dış dünyaya bakmasını taklit etmenin yerine bu büyük yolculuğun, yani iç dünyamıza olan gizemli yolculuğun farkına varmamızı sağlamak, hiçlik âleminde hakiki ve tek varlığa ulaşmanın kapısını aralamaktı.

Kaf Dağı’nın Ardından Görünen Hakikat

Kahramanımız Raci, Aynalı Dede tarafından seçilmiş biri değildir aslında. Çünkü bu dünyada var ve yok diye tanımladığımız her şeyi bir kenara bırakıp, mutlak varlığa ulaşma yolunda hiçleşmeyi seçen bizzat kendisidir. Raci, içindeki şüphe ejderhasını öldürmeyi istemekle günlerce süren yolculuğuna bilet almıştır bile. Şüphe demişken, septisizme muhakkak değinmek gerek. Akıl-kalp-felsefe üçgeninde septisizmi ne kadar barındırırsak hakikatten o kadar uzaklaşırız. İşte Amâk-ı Hayâl burada bize yol gösterir. Kitap düşünmemizi ister, Zerdüştlük’te kötülük tanrısı olan Ehrimen’in dediği gibi her şey bir doğa kanunundan ibaret değildir. Bilim ve felsefeye böyle düz bir bakışla yaklaşılamaz. O halde, akıl ve felsefe de kalpten bağımsız olamaz. Filibeli Ahmed Hilmi, bize şüphesiz bunu göstermek istemiştir. Hikâyelerinde bunun çokça örneklerine rastlarız. O yüzden Raci yine rüyalara daldığı günlerden bir tanesinde kendisini, 18 yaşında Hint padişahının oğlu olarak buluverir birden bire. Şüphe ejderhası Raci’nin yine karşısına çıkar. Hikâyeye göre, ejderha her yedi senede bir kere, bir sualle halkın yanına gelir, sual cevapsız kaldığında kurbanlarını alır ve yedi sonra tekrar gelmek üzere ülkesine döner. Sual kısa ve özdür; ‘Bu kervan nereye gidiyor?’ Ama hangi kervan bilinmez. Bir ipucu bırakır sadece, cevap Kaf Dağı ve Anka Kuşu’nda gizlidir. Bu arada hikâyelerin çoğunda geçen zaman mefhumlarının genelde yedi olması dikkat çekicidir. Burada yazarın tasavvufta nefis mertebelerinin yedi olması durumundan yola çıktığı görülür. Kervan konusuna gelince, gün olur Raci hakikati öğrenmeye niyetlenir ve cevaba ulaşır. Cevabı olduğu gibi vermekte fayda var; “Ey akılsız ifrit! Olgunlaşmaya muhtaç olan varlıklar, dönmeye mahkûm olan kervan, yaratılış sırrına, tanrısal güzelliğin kendine çeken nuruna doğru koşup gidiyorlar”

Felsefe’de mutluluğa bakış da dikkat çeken bir konu olmuştur. Karşımıza burada da bir soru çıkar. Ama bu kez Raci bir meclistedir. İnsanlık adını alan bir adam sorar bu kez soruyu. Mutluluk nedir sorusu üzerinden yazar bizi yine önemli bir meseleyi düşünmeye çağırır. Bu hikâyede insanlık, sefil ve sakat bir görünümdedir. Binlerce senedir, geçim sıkıntısı, hastalık ve dertler insanlığın yakasını bırakmamıştır. O yüzden mecliste bir türlü rahat oturamaz insanlık, sorunun cevabını aramaktadır. Raci’nin yaptığı yolcuklardan en ilginci de budur belki. Sorunun cevabı aslında çok zor değildir ama onlarca kadar cevap vardır. Mesela Platon ‘sürekli yücelikleri düşünün’ der, Aristo ise cevabını mantıkta bulur. Herkesin kendine uygun bir cevabı vardır işte. Ama bu arayış nihayet bulur. Mutluluk hayatı olduğu gibi kabul etmek, sıkıntılara katlanmak, iyileştirmeye çalışmaktır. Cevabın sahibi meçhul olsa da verilmek istenen mesaj sanırım açıktır. Raci’yi gizemli yolculuklara çıkaran Aynalı Dede’nin cevabıdır belki de bu. İşte Raci gibi iç âlemine doğru yola çıkmış bir insan artık dünyanın karanlığından kurtulmuştur. Bu insan eşikten hakikate doğru ufak bir adım atsa dahi karanlığın ardındaki ışıkla gözleri kamaşır, adeta büyülenir. Peki ya, karanlıkta kalanlar… Onlar aslında hiç oldukları dünyada nasıl sahte bir varlık taklidiyle hakikatten uzak yaşayacaklar. Tek bir şekilde, o da kaza ve tesadüften ibaret olduğunu düşündüğü bu hayatta akıllılara deli muamelesi yaparak. Tıpkı acizliğinin farkına varan ve hakikate varmak yolunda meczup olan Raci’nin arkadaşı Sami gibi. Hiçliklerle dolu ‘varlık’ âleminde hangimiz Raci, hangimiz Sami kim bilebilir!

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir